29 Eylül 2012 Cumartesi

“Homend - Hoşgörü” Turnuvasının Ardından...



Günün birinde minik Naz’ı da parkelerde görürseniz hiç şaşırmayın dedim!
Neden olmasın!
Naz henüz dört yaşında ama olsun, hayatının her anı babası ve basketbol.
Basketbol, babası kadar onun için de bir yaşam tarzı haline gelmiş.
Baba, kadın basketboluna hizmet eden marka takımlardan birinin koçu.
Türkiye Kadınlar Basketbol Birinci Ligi’nde mücadele eden Botaşspor’un antrenörü Olcay Orak ile adı “Homend - Hoşgörü” turnuvası sonrası konuşuyoruz bütün bunları.
Nadir Vekiloğlu ismi başlayan bir basketbol serüveni onun hikâyesi...
“Benim basketbola başlamam bir hayli ilginçtir; bir o kadar da güzel!
Bir gün arkadaşımla beraber sokakta yürürken karşımızdan gelen biri:
‘Çocuklar bir dakikanızı alabilir miyim?’ dedi.
‘Tabii, buyurun!’ dedik.
Önce dikkatli bir şekilde  kollarımıza ve bacaklarımıza baktı.
Sonra ardı ardına gelen sorular…
Tanımadığımız bu insanla o gün çok samimi olmuştuk.
Sokak ortasında bizi soru yağmuruna tutan yabancı, bugün benim için çok önemli bir isim olan ‘Nadir Vekiloğlu’ idi.
Bizi antremanlara davet ettiği o gün, içimdeki basketbol aşkını keşfettim.
Basketbol tutkum böylelikle başlamış oluyordu.
Sonrasını sorarsanız yaklaşık 19 yıllık bir antrenörlük diye özetleyebilirim.”
Sonrası; basketbolun içinde hep var olmalıyım diyen ve Türkiye’de kadın basketboluna kendi adıma verebileceğim çok şey var diyen bir antrenör ve kadın basketbolu için her anlamda bir marka olan Botaşspor’un genç ve başarılı hocası Olcay Orak.
Ve kendisi için adeta sokakta tesadüfen başlayan basketbol için; “pek çok aile, okulu ve basketbolu  bir arada yürümezmiş gibi algılasa da; aslında okul, basketbol ve disiplin birbirleriyle eş anlamlı kelimeler gibidir” diyor.
Başta Botaşspor olmak üzere, güney takımlarında kadın basketbolu adına gerçekten çok ciddi ve güzel gelişmeler olduğu bir gerçek.
Şu an, ilk aklıma gelenleri hemen not etmeliyim:
Ne zaman basketbolda çok büyük işler başarırız?
Bir yabancı, sokakta bir çocuğu durdurur, onun basketbol adına gelecek vaat ettiğini görür ve en önemlisi de onu basketbola kazandırmayı başarırsa…
Olcay Orak’ın hikâyesinde de olduğu gibi.
Bir isimle bir hayat hikâyesi başlar; ardından başka başka isimler ile basketbol dolu yeni bir hayat devam eder.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Hayatımız Futbol!




Bazen düşünüyorum da...
Futbol hayatımıza bir köşeden sızmayı başarabilen bir oyun.
Sokakta top koşturan çocuk sesleri...
Ekranlarda gol sesleriyle coşan on binler...
Gazete sayfasından hayatlara uzanan bir futbol adamı...
Kim bilir nereden aldığı bir forma ile simit diye bağıran bir çocuk...
Bir maç öncesi ya da sonrası sıkışan bir trafik...
Hayatımıza incecik ve rengarenk ışık huzmeleri gibi sızmayı başaran bir oyun...
Futbol giyiyoruz, futbol yiyoruz, futbol konuşuyoruz...

Bazen de şöyle düşünüyorum…
Futbol bizi şekillendiriyor!
Hayatın içinde öncelikle...
Önceliklerimizin içinde…
Yaşantımız, bakışımız, seçtiğimiz renkler, tercihlerimiz...
Yaşadığımız şehir, gittiğimiz deplasmanlar, izlediğimiz o maç,
oturduğumuz koltuklar...
Hediye ettiğimiz bir forma...
Hepsi de tuttuğumuz bir takıma göre değişiyor...
Futbola göre...
Futbolla gülüyoruz, futbolla hüzünleniyoruz, futbolla eğleniyoruz...

Bazen hayat futbol...
Bilmem kaç tarihinde kurulmuş bir takımı doğum tarihi görenler...
Kanının iki renk akacağını söyleyenler...
Gazetelere arka sayfalardan başlayanlar...
Hafta sonunu futboldan ibaret görenler...
Hayran olduğu futbolcunun formasını hayatının başköşesine alanlar...
Sevdiği futbolu içine sığdıramayanlar...
Hayatlarının en önemli renkleri futbol olanlar…

Bazen futbol; toz, toprak, yağmur, çamur, kar, kış...
Ama bazen...
Bazen de coşku, binlerce aşk, binlerce renk, sokakların cıvıltısı...
En önemlisi yaşadığı yere barış getiren bir oyun futbol.
Sokakları adeta futbolla arşınlıyoruz...
Ve hayata adeta futbolla sarılıyoruz...
Hayatımız futbol!

7 Eylül 2012 Cuma

Beytullah'a beklenmeyen ödül!




Her yıl İstanbul Arel Üniversitesi geleneksel olarak yılın sporcularına ödül verir.

Bu yıl, yılın sporcusunu seçmekde çok zorlandılar.

Üniversite içinden ve dışından çeşitli isimler yılın sporcu adayı isimleri getirdiler.

Üniversite’nin Kültür, Spor ve Daire Başkanı Nuri Güner, sağolsun benim de fikrimi almak istedi.

Ben ise heyecanla Kahramanmaraşlı Beyrullah Eroğlu’nu yılın sporcusu olmaya aday gösterebileceklerini bildirdim.

***

Doğuştan iki kolu olmayan Beytullah Eroğlu’nun engelli sporcularda Türkiye birincisi,  dünya altıncısı olduğunu defalarca sayfamıza taşımıştım.

İçimi büyük bir heyecan kapladı.

Sonucu Sayın Nuri Güner bildirdiğinde heyecanım yerini bambaşka bir duyguya bıraktı; içime sığmayan kocaman bir sevinç!

***

Beytullah Eroğlu, Üniversite’nin seçici heyetince oylama ile yılın sporcusu seçilmişti.

Onun ödülünü ona bu başarılara imza atmasını sağlayan hocası Osman Çullu versin istedim.  Kendisine ulaştım ve onu da ödülü vermek üzere İstanbul’a davet ettim.

Bana verdiği cevap şu oldu:

‘Teşekkür ediyorum, o tarihte sporcularımla Alanya’da olacağım; ancak şunu da iletmeliyim: altın madalyalarımız var ancak çok kısıtlı imkanlar ile bu sporu yapmakta ve yaptırmaktayız!’

***

Kendisini sporcularına adamış, başarılı bir hoca Osman Çullu.

O, Kahramanmaraş'ta engelli sporcuları yüzme sporu ile tanıştırdı.

Onlara yüzmenin yanında, yaşama sevinci de aşıladı.

Kahramanmaraş’ta kapalı bir yüzme havuzunda başlayan çalışmaları ses getirdi.

En son Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan Avrupa Bedensel Engelliler Yüzme Şampiyonasından Beytullah Eroğlu altın madalya kazanarak bayrağımızı dalgalandırdı.

***

O gün, üniversitede Beytullah Eroğlu’nun ödülünü vermek için sahneye çağrıldım. Ben de kısa bir konuşma yaparak, Üniversite’nin Mütevelli Heyet Başkanı - yine bir Kahramanmaraşlı- olan Sayın Kemal Gözükara’yı ödülü vermesi için sahneye davet ettiğimi bildirdim.

Başkan Kemal Gözükara Beytullah’a ödül olarak plaketin yanında, onu artık Arel Üniversite’sinin bir öğrencisi olarak görmek istediklerinin müjdesini verdi…

Kısıtlı imkânlarla yapılsa da birçok spor dalında alınan ödüller milli sporcularımıza yeni kapılar ve imkânlar açabiliyor.

Yüzmeye, koşmaya; spora devam!



6 Eylül 2012 Perşembe

Editörün Notu...



Şubat ayının yağmurlu ve güzel bir günü. Mersin’deyim. Gün, henüz yeni aydınlanıyor. Odamın penceresini açıyor ve usul usul yağan yağmuru izliyorum. Esen hafif bir rüzgârla beraber odama hızlıca birkaç yağmur damlası dalıyor. Derin bir nefesle, içime çekiyorum huzur veren bu kış havasını! Günün en güzel saatleri ve ben böyle bir ruh halinde iken, birden telefonum çalıyor. Ellerim merakla telefonuma uzanıyor. Telefonumun diğer ucunda Mersin Devlet Hastanesinin eski başhekimlerinden Doktor Ahmet Arslan var. O her zaman ki mütevazı ses tonu ile önce beni selamlıyor ve ilave ediyor
“Bu gün, müsaitsen ziyaretine geleceğim. Bana ait bir konuyu, seninle konuşup, paylaşmak istedim. Hatta mümkünse yardımını da rica edeceğim!” diyor.
Açık konuşmak gerekirse meraklanıyor ve heyecanlanıyorum; her zamanki gibi heyecanımı saklayamıyorum ve:
 “Tabi ki, efendim. Buyurun, ne zaman isterseniz, bekliyorum!” diyorum…

Aradan kısa bir zaman geçiyor. Yağmur çoktan diniyor ve yağmur bulutları yaşadığım şehri yavaş yavaş terk ediyor. Odamın güneye bakan penceresine tam da güneş vuruyorken, kapım çalıyor. Ve beklenen misafirim Doktor Ahmet Arslan o tarihsel edasıyla; elinde asası ve başında vazgeçmediği şapkasıyla odamın kapısında beliriyor. O gelince, sıcak limonlu adaçaylarımızı söylüyorum ve onu dinlemeye başlıyorum…
 O ise, oturduğum odanın, çalıştığım mekânın, yaşadığım şehrin yıllar…yıllar öncesine değin uzanan; o eski günlerin yad edildiği sohbetine başlıyor. Onu dinlerken; sesindeki coşku ve yüreğindeki sıcaklıkla birlikte odam bir kış mevsimi, güneşin de etkisi ile bambaşka bir havaya bürünüyor. Nihayet, elindeki o şeffaf, mavi kaplı dosyasını bana uzatıyor ve gözlerindeki o güven dolu gülümsemesiyle ellerime veriyor. Heyecanla birer birer sayfaları çeviriyorum. 89 yıllık bir hayat hikâyesinin yazıldığı satırlar adeta avuçlarımın arasında hızlı hızlı akıp gidiyor. Ben sayfalara dalmışken, o konuşmaya başlıyor:

“O elindeki, benim kayıt altına aldığım hayat hikâyem; senin de bir göz atmanı istedim. Bu emanet için niçin seni seçtiğimi zamanı gelince paylaşacağım!”

 Ben ise, hem onu dinliyorum, hem de ister istemez sayfaların, paragrafların, satırların, kelimelerin arasında o gün bu gündür gezinip duruyorum…

İşte bugün, şu an Nisan ayının bir başka günü… Bir akşam vakti. Şu an, neredeyse bir asıra yaklaşan bu yorgun tarihin ilk şahidiyim. Adeta her anıyı ve her satırı yaşadım. Her gece, başka bir anıyla gözlerim kapandı ve her sabah merak içerisinde başka bir anıyla uyandım. Yaşadığım kentte bir zaman yolculuğuna çıktım; henüz yeni doğmuş bir bebeğin ağlama sesiyle başladım hayata ve geçmişten bugüne bir zaman tünelinde yürüdüm durdum. Zaman zaman hastanelerin bahçesinde, koridorlarında ve odalarında gezintiye çıktım. Sarpay’ın hikâyesini tekrar tekrar okudum; onu, içim titreyerek de olsa, annesi ve babası ile birlikte son yolculuğuna ben de uğurladım; bir babanın vasiyetiyle adeta apaydınlık oldum; arabada babasını bekleyen çocukların ağlaması içimi acıttı; bir Bakan’ın masasındaki telefon trafiği beni de şaşırttı ve Mersin adında bir şehir geçmişten günümüze neler neler yaşadı…

Yıllar…yıllar evvel, kaplumbağaların dahi zor ulaştığı Arslanköy’ün o patika yollarından, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine ve bugüne değin uzanan ibret dolu bu yolculuğun için de, sanki ben de vardım!






‘İbret ve Şahadet’i okuyup bitirdiğim şu gün, beni derinden etkileyen ve hayatıma ışık tutan olaylar ve kavramlar oldu.  Bunlardan birincisi; aile kavramı. Aile,  her insanın hayatında şüphesiz ki en önemli kavram. Bir diğeri de; güven içerisinde kurulmuş hakiki dostluklar…Bir de, artık biliyorum ki; hayatımızdan eksik etmeyeceğimiz en önemli kavramlardan biri de; adalet olgusu  olmalı...Yaşadığımız coğrafyanın hızla değişip gelişmesi; teknoloji ve tıbbın yaklaşık 100 yıllık bir tarih içerisinde adeta mucizevî bir şekilde ilerlemesi de dikkate değer diğer bir ayrıntı.

Doktor Ahmet Arslan, bu yaşanmış yıllar içerisinde kendi biyografisi ile birlikte;  bir köyün, bir şehrin, bir ülkenin yaşadığı bütün gelişmelerini de kendine özgü bir anlatımla kaleme almış ve adeta bir asrın gelişimini de kayıt altına almış. Yazarın bu biyografisinde olayların, adeta fotoğrafını çeker gibi, bütün canlılığıyla yaşatan anlatım tarzı da beni çok derinden etkilemiştir. Bu kitabın insan üzerinde en çok tesir bırakan bir yanı is şudur: bu yazılanlar tümüyle, yaşanmış bir hayat hikayesidir…

  Burada, sayın yazarın bana emanet ettiği bu değerli eserde benim de, az da olsa katkım olduğu için bu gün, şu an çok büyük onur duyuyorum…Şu an, bu güzel emanet için, hala niçin seçildiğimi yazara sormuş değilim… Ancak benim yorumum şudur: “İbret ve Şahadet” adlı bu eser, benim devam eden yolculuğuma ciddi anlamda bir ışık tutmuştur; siz değerli okurlara da ışık tutması temennisiyle efendim…

                                                                                                     Arife Ünüvar