31 Mayıs 2012 Perşembe

Hoş geldin Tarsus!



Siyah beyaz bir fotoğraf var hemen ellerimin arasında şu an.
İlk dikkatimi çeken ilk isim o.
Şükrü Saip Borhan.
Onun ismiyle başlamak istiyorum ilk satırlara…
Sene 1923.
O ise, o tarihte kurucu bir başkan...
Kulüp ise, tarihi bir kulüp.
Tarsus İdman Yurdu.
Dikkat çeken bir diğer siyah beyaz resim ise Muazzez Ongun’a ait.
Şükrü Saip Borhan'ın kız kardeşi.
Tarsus İdman Yurdu'nun kurucu üyesi.
Ellerine sarı lacivert formayı ilk alan isim o.


“Cumhuriyet’in tarihiyle yaşıt bir kuruluştan söz etmek, onu bir sinema şeridi gibi gözler önünden geçirmek kolay bir iş değildir. İçi futbol sevgisiyle dolu bir avuç Cumhuriyet çocuğu kurar bu kulübü. Çünkü o yıl bakanlıktan bir yazı gelir. Türkiye’de ‘İdman Yurdu’ adı altında kulüplerin kurulması istenir. O tarihlerde kulübün gözü yeni kurulan ikinci liglere girmektir. Şimdilerde bu emanet Başkan Burhanettin Kocamaz’ın omuzlarındadır.”

Bir ‘Sunuş’ yazısı…
Kudret Ünal imzasını taşıyan, belgesel nitelikli 'Cumhuriyetimizle Yaşıt Tarsus İdman Yurdumuz' adlı kitabı var elimde.
Siyah beyaz bir film şeridi tadında her sayfa…
Okumayı ve araştırmayı sevdiğimi bildiğinden, Reşit Güner hocamın hediyesi bu kitap bana.
Tarsus İdman Yurdu tarihine ait herşey itina ile bir bir not edilmiş.
Emeği geçenlere bir bir teşekkür etme fırsatı buluyorum şimdi.


Belki sorarsınız, neden aldım şimdi elime bu kitabı…
Tarsus bu sezon İkinci Lig’e yükseldi ve yepyeni bir bayram yaşadı!
Geç kalmış bir Tarsus yazısı yazmaktayım!
Futbol sevgisiyle dolu bir kente, Tarsus’a Hoş geldin yazısı yazmaktayım.

Hoş geldin Tarsus!
Futbol’a hoş geldin demek ne garip oysa…
Tarsus demek zaten futbol demek değil mi?
Tarsus demek; futbolla nefes alan sokaklar, insanlar demek değil mi?
Bu başarıda emeği geçen hemen herkesi kutluyorum.
Tarsus’u bildiğimden, şimdiden diyebilirim ki artık Tarsus’un hedefi birincilik!
İşte şimdi, futbola hoş geldin Tarsus!
Küllerinden doğacaksın!

25 Mayıs 2012 Cuma

Futbol deyip de geçmeyelim!



Elazığspor, Adanaspor, Şanlıurfaspor, Adanademirspor, Hatayspor, Kahramanmaraşspor bu sezonun en mücadeleci takımları idiler.

Futbolun sadece futbol olmadığını gördük onların mücadelelerinde.

Futbol deyip de geçmeyelim…

Futbol seyyahları bu şehirlere koşacaklar önümüzdeki sezon.

Bu şehirlere dev mercekler kurulacak.

O dev mercekler her evin salonlarına açılacak.

Futbol der geçersiniz ama futbol bazen şehirlerin hatta ülkelerin arasındaki kilometreleri kısaltır.

Bazen bir köprü oluverir futbol ve mesafeler yok olur.

Futbol kuşakların arasında sımsıkı bir bağ olur…

Bazen futbol ile nefesler tutulur; öyle ki zaman durur!


Futbol deyip de  geçmeyelim…

Bir futbol topunun gittiği yerde caddeler rengârenk oluverir.

Sokaklarda tüm renklerin buluşmasıdır futbol.

Şehirde ışıkların yanmasıdır.

Futbol bizi gülümseten ya da ağlatan bir duygu selidir.
Bir futbol topunun arkasından akın akın gidiliyorsa, orada güneş bir başka doğar.

Yağmur da yağsa, kar da yağsa, bulutlar gökyüzüne hâkim de olsa bir futbolseverlerin gözünde o şehir bambaşkadır.


Futbol deyip de geçmeyelim…

Bir futbol topu bir şehre giderse, o şehir adeta unutulmaktan kurtulur.

Yalnızlıktan kurtulur insanlar futbolla.
O şehre dev mercekler kurulur.

O şehrin adı, insanı dillerde dalga dalga dolanır durur.

Bir şehre futbolun gitmesi; o şehre adeta su, elektrik ve yolun gelmesi ve hayat vermesi gibidir.

Çünkü öteden beri futbolseverler göçebedir ya da daha farklı bir anlatımla her futbolseverler birer turisttir aslında.

Elazığspor, Adanaspor, Şanlıurfaspor, Adanademirspor, Hatayspor, Kahramanmaraşspor futbol deyip geçmediler…

Şehirlerine futbolun içinde her ne varsa onları taşımasını bildiler…

15 Mayıs 2012 Salı

Bir Takvim Yaprağının Anlattıkları!




Benim sevgi dolu yardımcım Sevgi Abla çantasından çıkardığı ‘9 Mayıs 2012’ tarihli bir takvim yaprağıyla çıktı geldi az önce…

Gözler de buğulu buğulu!

Takvimlerin arka sayfaları vardır ya hani ...

Okursunuz ve bir an donup kalırsınız !

İşte onlardan! Okur musun bana dedi şu yazanları.

Okumaz mıyım Sevgi Ablam dedim ve okudum… durdum… dondum bir an!

Göz göze geldik!

Onun gözleri pınar olmuş çağlıyor...

İşte o, 9 Mayıs 2012 tarihli takvimin arka sayfasında yazanlar…

Son Zamanlarda…

Vitrinler dolu ama, gönüller boş…

Çok yazıyoruz ama, az okuyoruz…

Diplomamız bol ama, huzurumuz az…

İlaçlar çoğaldı ama, hastalıklar da arttı…

Az kitap okuyoruz ama, çok TV izliyoruz…

Konforumuz arttı ama, zamanımız azaldı…

Uzmanlıklar arttı ama, meseleler çoğaldı…

Paramız çoğaldı ama, ihtiyaçlarımız arttı…

Her şeyi temizledik ama, ruhları kirlettik…

Evlerimiz büyüdü ama, ailelerimiz küçüldü…

Dünya barışı diyoruz, en yakınlarımıza dargınız…

Tanıdıklarımız çoğaldı ama, dostlarımız azaldı…

Varlığımızı artırdık ama, değerlerimizi yitirdik…

Plan çok yapıyoruz ama, daha az sonuç alıyoruz…

Su gibi para harcıyoruz ama, ihtiyaçlar bitmiyor…

Aya gidip geliyoruz ama, komşumuza gidemiyoruz…

Gelirimiz arttı ama, ahlak ve karakterimiz bozuldu…

Akşam geç yatıyoruz ama, sabah yorgun kalkıyoruz…

Bir takvim yaprağı bakın neler anlatıyor…

13 Mayıs 2012 Pazar

Şampiyon Şanlıurfaspor!



Sayfamızın misafiri, Birinci Lig’e çok yakın mesafede olan Şanlıurfaspor.

Yeşil bir buğdayın filizi ile sarı bir başağın renklerinden doğan bir şehir bu şehir.

Şanlıurfa’da her yeni gün yepyeni bir heyecan yaşanıyor.

Şehir, her sabah adeta yeni bir umutla uyanıyor.

Adım adım Birinci Lig’e doğru koşan Şanlıurfaspor’un Teknik Direktörü Kemal Kılıç’la kısa bir söyleşi yaptık. Beş şampiyonluğu olan, altıncıya da çok yakın olan Kemal Kılıç Hoca bakalım neler söylemiş:

“Henüz şampiyonluk mesajı vermek için çok erken ancak bu şehrin Birinci Lig’e çıkmasını inanın çok istiyorum. Her yönüyle bir futbol şehri olan Şanlıurfa’nın sokaklarında futbola olan ilgi ve sevgiden yürüyemiyorum. İnsanları hatta çocukları bile futbolla o kadar ilgililer ki anlatamam. Çocuklar hemen etrafımı sarıp, bana maçın her pozisyonunu değerlendiriyorlar, sorular soruyorlar. Onlarla konuşmak beni çok heyecanlandırıyor ve mutlu oluyorum. Bu şehri en çok bu yüzden seviyorum. 20.000 hatta 25.000 kişi maçlarımızı izlemeye geliyor. Şanlıurfaspor Birinci Lig’de kesinlikle yerini almalı ve hatta burada kalıcı olmalı. Kendi potansiyelini görerek hedefini çok daha iyi koymalı. Sayın Bakanımız ,Sayın Belediye Başkanımız, Sayın Başkanımız ve yönetim; en önemlisi kocaman bir şehir Birinci Lig’i heyecanla ve umutla bekliyor.Takımımız da çok güçlü. Oyuncularımın hepsi de tecrübeli ve karakterli oyuncular. Takımı bilen hemen herkesimden insan, bu takımın yeri Birinci Lig diyor.”

Beş şampiyonluğu olan hocaya, daha önceleri de bu başarının sırrı nedir sormuştum: “Her şey oyuncularımla kurduğum iletişimde saklı; onlara karşı dürüstüm, onların yüreğini kazanmasını iyi bilirim, takım kurmada başarılıyım. Güven, adalet gibi hususlarda asla taviz vermem. Kaynaştırmayı severim. Her oyuncunun hakkını veririm. Sahaya yüreğini koyan oyuncu yetiştiririm” demişti.

Şanlıurfaspor’un her yönüyle bir futbol şehri olması çok sevindirici. Bu sezon, Kemal Kılıç’la Birinci Lig’e terfi etmesi için ise önünde hiçbir engel yok. Benim anladığım kadarıyla şehir ve şehrin dinamikleri de çok istekli ve hazır ve Lider Şanlıurfaspor biz geliyoruz, bekleyin ve biz bundan çok daha fazlasıyız!” diyor…

Bir Hakem ve Annesi !



“Kusura bakma anneciğim, yarın maça çıkacağım.”
Genç hakem, annesinin cesedini bir buçuk metre kazılmış toprağa indirirken, içinden bu cümleyi geçiriyordu.
Aynı akşam, güneyden Orta Anadolu’ya hareket etti.
Hakemlikte büyük hedefleri, tatlı hayalleri vardı.

Takımlar seremoniden sonra kendi yarı sahalarına dağılıp, başlama vuruşu yapılacağı sırada çok şık, çok ince, çok anlamlı bir sürpriz yaşandı.
Stadın anons görevlisinin sesi duyuldu hoparlörden:
“Değerli hakemimiz annesini kaybetmiştir. Kendisine sabır ve başsağlığı diliyor ve sizleri bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz.”
Statta yapılacak bu tür bir anonstan haberi olması gereken hakemin de haberi yoktu.
Genç hakem, annesinin vefatından beri sabırla direndiği gözyaşlarına bu kez hakim olamadı.
Dudakları kontrolsüz bir şekilde titrediği için saygı duruşunun bitiş düdüğünü çalmakta zorlandı.
 
Sadece takımlarının golleri için ayağa kalkmaya alışmış seyirci, bu defa hiç tanımadığı bir merhume için görevini tamamlamış olmanın huzuruyla yerlerine oturdu.
Maç başladı.

Hiç şüphesiz saha içindeki yirmi üç kişiden işi en zor olanı, hakemdi.
Maç öncesinin karmaşık duygularını oyuna taşımamaya, etki altında kalmamaya çalışıyordu.
Ve zor bir an geldi.
Bitime sadece bir dakika vardı.
Hakem, eldivenli elin gole giden oyuncuyu arkadan indirdiğini gördü.
Çaldı penaltıyı.
Son dakikaydı ve penaltı gol oldu.
Maç misafir takımın bu tek golüyle bitti.

Maçın başında hakemin annesi için saygı duruşunda bulunan seyirciler, bu kez ağız birliği etmişçesine koro halinde hakemin annesine küfrediyordu.
Ve maç başında seyirci acısına ortak oldu diye gözyaşı döken hakem, şimdi üzüntüden ağlayarak polis eşliğinde soyunma odasına iniyordu.



Yazar Sayın Sadık Söztutan’a ait olan bu  hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim.
Bu gün Anneler Günü.
Onlar sözlerin en güzellerine layık.
Onlar için güzel sözler de kifayetsiz!
Sözün özü:
Benim, sizin ya da onların hiç ayırdetmeksizin, hepsine her daim önce sıcak dostluğumuzu hediye edelim derim.

11 Mayıs 2012 Cuma

Burcu yeni rekorlara koşuyor!



“Atletizme başladığım o ilk günü çok iyi hatırlıyorum. 
24 Haziran 2004.
Ben bir voleybolcuydum.
Beden Eğitimi öğretmenim ellerimden tuttu ve beni Cüneyt Yüksel Hoca’ya teslim etti.
Tevfik Sırrı Gür Stadyumunun toz toprak zemini, hava çok sıcak ve sürekli koşuyorum.
Voleybol bir salon sporu ve salondan çıkmış gelmişim, bu havalara, toza toprağa hiç alışamamıştım. İlk bir hafta adeta kaçtım diyebilirim.
İlk yarışlarımı Ankara’da yaptım. Derecem 1.35.
Cüneyt Hoca, bana baktı ve sen beş yıl sonra çok rahat 1.90 atlarsın dedi.
Başarımın yüzde doksanı Cüneyt Yüksel’e aittir.
O, 100 metre engellide bir profesyonel olduğu gibi yüksek atlamada da dünyadaki tüm gelişmeleri yakından takip ediyor ve kendini de sporcularını da geliştiriyor.
Artık bu alanda da bir profesyonel.
Atletizmde yaptığınız antrenmanlar çok önemli. Ben günde 8 saat antrenman yapıyorum. Kendimi tamamen bu spora adadım.
Hırs, güven ve tutku ve derken kendimi başarıya odaklandım.
Mümin Sekman’ın beni çok etkileyen bir sözü vardır:
Rüzgârı suçlamayı bırak, yelkenleri kullanmayı öğren! Seyirci koltuğundan sıkıldıysan, sahneye çık. Zirvede her zaman bir kişiye daha yer var. Başkaları yapabildiyse, sen de yaparsın. Her şey seninle başlar!”  
Ben de, seyirci koltuğunda oturmaktan vazgeçtim.
2007 yılından bu yana hayatımın sahnesindeyim. Hedefim, ülkeme önce Avrupa’da, sonra dünyada, daha sonra da olimpiyatlarda madalyalar getirmek. Bunları başaracağıma inancım sonsuz!
Atletizme başladığım o ilk günden bu yana çok büyük tecrübeler yaşadım. Bu spor sayesinde sosyal, ekonomik ve kültürel olarak hayatım tamamen değişti. Farklı kültürler ve farklı mekânlar gördüm. Bizlere çok değer veriliyor. Bunların bilincindeyim.”
Mersinli Burcu Ayhan yepyeni rekorlara koşuyor anlayacağınız!
Atletizme Tevfik Sırrı Gür’ün toprak zeminlerinde başlayan milli atlet Burcu Ayhan henüz 22 yaşında. Yüksek atlamada, Gençler Türkiye rekortmeni ve 23 yaş altı Türkiye rekortmenidir.  Gençler Avrupa şampiyonasında ve 23 yaş altı Avrupa Şampiyonasında üçüncülükleri var. Akdeniz Oyunları ikinciliği ve Karadeniz Oyunları birinciliği var. Fazla söze de gerek görmüyorum. Burcu Ayhan söylenecekleri fazlasıyla söyledi zaten!

Rabindranaht Tagor'dan

Dışarıdan bir şeyler kazanabilmek için,
içeriden bir şeyler yitirmek...
Yani şan, şöhret, mevki,makam şatafat, ün, şan kazanmak için;
Huzurunu, boş zamanını ve bağımsızlığını,bütünüyle ya da önemli ölçüde 
feda etmek büyük bir budalalıktır...
Mutluluk çok zordur ve içimizdedir.
Başka yerde bulunması imkânsızdır.
Sağlıklı bir dilenci, hasta bir kraldan daha mutludur...Eksiksiz bir sağlıktan ve kusursuz bir bedenden daha iyi ne olabilir?
Sakin ve neşeli bir huy.
Duru, canlı, nüfuz edici ve doğru kavrayan bir zekâ.

Ilımlı, yumuşak bir arzu ve bunlara uygun olarak iyi bir vicdan.
Bunların hepsi; yerini hiçbir rütbenin,
ya da zenginliğin dolduramayacağı üstünlüklerdir.
-Rabindranaht Tagor

10 Mayıs 2012 Perşembe

Bütün renkler masumdur!



Birçok insan, matematiğin yasalarını bilir ve güzel sanatların birçoğunda da beceri sahibidir. Fakat çoğu insan yaşamı yöneten yasalarla, yaşama sanatı denen o güç sanat hakkında az şey bilir. Bir insan bir uçak yapabilir ve onunla tüm dünyayı baştan başa dolaşabilir. Fakat nasıl mutlu, başarılı ve memnun olunacağını öğreten o basit sanatın tamamıyla cahilidir. Sanatları öğrenirken listenin en başına ‘Yaşama Sanatını’ koymayı unutmamalı der Jean Jacques Rousseau.

Yaşama sanatı onun kelimeleriyle ne de güzel ifade bulmuştur. Bizlerin ise son günlerde hayatı sadece iki renkten ibaret gören bir anlayış yerleşti üzerimize. Hayatımızı o renklerle renklendirebilmek çok güzel ama iki rengin içine sıkışıp kalmak ne kadar doğru! Bu anlayışımız ve kazanma hırsımız bizleri adeta renk körü etti. Öyle ki, sporun eğlenmek için, gelişmek için bir araç olduğunu unutup içimize şiddet tohumları dikebilecek kadar hırsla doldurduk bedenimizi. Biz, öfkemizi kontrol altına alamadık; öfkemiz bizi kontrol altına alır oldu böylece…

Hayatı ya da futbolu, sadece kazanmaktan ve iki renkten ibaret gören bir anlayışın kurbanı oluverdik sonra. Bu düşünceler o kadar kazındı ki belleğimize, biliyorum ki şu an bu okuduklarınız da sizlere çok hayalî gelir oldu. Kazanmak tabii ki de güzeldir hele ki, alkışlamak, alkışlanmak, o duygular hissettirdikleri güzel şeyler. Ancak futbol sahaları da savaş meydanları olmasa gerek!

Geçtiğimiz günlerde Süper Final maçlarını izlerken, şaşkınlık içerisinde düşündüm bütün bunları.
Binlerce insanın bir stadyuma doluşup ölümüne öfkelerini, nefretlerini, kinlerini kusarcasına bağrıştıklarını izlerken.
Binlerce insanı bir araya getiren futbol, kontrol edilemezse istemediğimiz pek çok olaya gebe.
İki masum renk, insanların arasında nasıl da ölçülemez büyüklükte sınırlar çizebiliyor.
Oysa bütün renkler nasıl da güzeldirler ve bir o kadar da masum!
Onlara böylesine sevgi ya da nefret dolu anlamlar yükleyen bizler değil miyiz?
Sözün özü efendim:
Ne olursa olsun unutmayalım derim; her şeyden önce insana saygı, hayata saygı gelir! Gerisi teferruat!

4 Mayıs 2012 Cuma

Endirek Serbest Atışlar!




Dünyada globalleşmesini tamamlamış tek kurum futbol deniyor.

Piyasa ekonomisinden, insan haklarından, sağlıklı yaşamaktan, demokrasiden daha çok konuşulan, tüketilen; yaygın ve de saygın olan kurum futbol.

FİFA’nın 213 üyesi olmasına rağmen, BM’in 192 üyesi olduğu gibi!



Futbolun eğlenceli bir lisanı olduğuna bir kez daha şahit oluyorum.

Futbolu sevmek, aynı dili konuşmak bu demek sanırım.

Sevmek için dünyalı olmak yeterli de diyebilirim!

Utku Yasavul’un kitabından tabiri yerinde ise:

“Endirek Serbest Atışlarla” sizi baş başa bırakıyorum:



“Lütfen takımdan ayrılanlar hakkında iyi şeyler konuşalım.

Mesela; ‘Laurenin gitmesi iyi oldu gibi!’…”

Newcastle Başkanı.

Bizde bu çoğu kez; ‘hocanın istifası yerinde bir karardı!’ gibi söylenir mesela.



“Bursaspor taraftarları maçlarda ‘Arçelik, Arçelik’ diye tezahürat yapıyorlardı!”

Vestel Manisaspor Başkanı.

Taraftar her şeye karşı! Bu taraftar markaya da karşı.



“Bizde yönetim demokratik. Başkan ne derse o olur!”

Mahmut Uslu, Fenerbahçe Yönetimi.

Ee, tabi! Yönetimlerde demokrasi böyle birşey!

Ne kadar başkan, o kadar demokrasi!



“Ayın 30 veya 35i gibi TSYD ile maçımız var!”

Hikmet Karaman.

Bu maç asla yapılmayacak anlamına mı geliyor Hikmet hocam?!



“Şike ve teşvik sigara dumanı gibidir. Bilirsiniz ama yakalayamazsınız!”

Erman Toroğlu.

Bir Erman Toroğlu klasiğidir!



“İstanbul’a üç büyük çok fazla, biri gidecek!”

Eski Kültür Bakanı Atilla Koç.

Yani ne denebilir ki? Sayın Bakan İstanbul’u ve futbolu çok iyi biliyor(!)



Muhabirin ‘Sizce Türkiye’de Avrupa’ya gidecek futbolcu var mı?’ sorusuna cevabı:

Türkiye Avrupa’ da değil mi?”  Johann Cruyff.

Bizde bir Avrupa merakı vardır ya!



“Avrupa Birliğine değil, Gençler Birliğine!”

Gençlerbirliği Taraftarı. Bu da taraftardan başka bir gönderme!



Keskin zeka sahibi olan; oynayan, yöneten, düşünen, dile getiren hemen herkese…
Uzun sözün kısası: Teşekkür ediyoruz efendim.

Basketbol mevsimlerden bahar!




Son günlerde basketbolda güzel şeyler oluyor farkında mısınız?

Kimse bilsin ya da bilmesin güneyde hayat, basketbol için bir yaşam tarzı olabilecek kadar güzel!

Basketbol mevsimlerden bahar kadar güzel ve coşkulu bir spor aslında.

Prof. Dr. Turgay “ Sporda Duygu ve Aklın Yönetimi” adlı kitabında bakın basketbol ve basketbol sevgisi adına neler yazmış…



“Çocuklar basketbol sahalarına neden gelir dersiniz?

Çocukların yaşı ne olursa olsun onları basketbola çeken en önemli unsur oyun oynama isteği.

Onlar oyun oynarken amaçları bir yıldız olmaktan çok daha ötesi.

Sadece oynamak için…

Çünkü oyun oynamak onların en doğal hakkı.

Sona bir bakmışsınız ki o çocuklar yetişkin birer insan olmuş.

Bu süreçte hayatı şenlendiren basketbol çoğu zaman onun hayatını renklendirmiş.

Peki, gerçekten de çocuklar basketbol sahalarına neden gelir dersiniz?

Hayal gücünüzü biraz zorlayın isterseniz!

Onları basketbola çeken şey nedir?

Bir çok nedeni vardır ama…

Aslında çocuklar basketbol çok ama çok güzel bir oyun olduğu için gelirler salona.



Basketbol demişken…

Basketbolda gelişmişlik ölçüsü nedir diye sık sık düşünürüm!

Örneğin ulusal takımların başarısı diyebilir miyiz?

Güçlü bir lig?

Oyuncu ya da kulüp sayısının sayısı?

Hiçbiri tek başına yetmez aslında.

Önce bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var bana göre.

Kaynaklarımızın doğru saptanması, hedefe yönelik çabalarımızın eyleme dönüştürülebilmesi…

Baskebolda başta sorduğum sorunun cevabı ise;

‘Basketbolun yaygınlaşarak bir yaşam biçimine dönüştürülmesi olmalı!’



Basketbol ne zaman popüler bir spor olacak?

Ne zaman basketbol programları televizyonlarda yer alacak ve uzmanlar bu konuda tartışmalara girecek?

Ya da, ne zaman sporcularımızın ismi tüm ülkede ve uluslar arası arenalarda bir kahraman olarak anılacak?

Ne zaman basketbol üzerine yazılan kitaplar en çok satanlar listesine girecek?

İşte o zaman!”



Hayatlarında  başarıya ve daha fazla bilgiye yer vermek isteyenler, yazarın “Yaşamda ve Sporda Doruk Performans” ve  “Sporda Duygu ve Aklın Yönetimi” adlı bu kitaplarını mutlaka okusunlar derim. Benden söylemesi…


Mutluluk !


İstanbul Arel Üniversitesine konuğum.

Üniversitesinin  Spor Yazarları ve Medya” konulu

Eğitim programına bir yolculuk var anlayacağınız.

Arel’ de ne konuşuyor olacağım.

İzninizle kısa kısa paylaşmak isterim.

***

Sayın Hıncal Uluç’a göre, spor yazarları, spor tarihinin tanıklarıdır.

Çağımızın ünlü edebiyatçılarından Octavio Paz  ise demiştir ki:

 “Yazarlar tarihin kahramanları değil, tarihin tanıklarıdır. Stadyumlarda milyonların taptığı kahramanlar yetişirler. Spor yazarları iste bu tarihin tanıklarıdır. Onlar yazarlar tarihi...Yasanmış olanı yazmak, yaşananı ölümsüzleştirmektir.”

***

Bir spor yazarımız, kulüp yazarlığının toplumda yerleşmiş bir algı haline geldiğini ve spor yazarı ile taraftar arasında karşılıklı beslemeye dönüştüğünü söyle anlatıyor:

“Mesleğim sorulduğunda hiç değişmeyen bir diyalog yasıyoruz:

“Ne iş yapıyorsunuz?”

“Spor yazarıyım.”

“Hangi takım?!..”

***

Oysa, ünlü Gazeteci ve Spor Yazarı Sayın Halit Kıvanç ise, kariyerinin başında bir İngiltere ziyaretinde mesleğini soranlara;

 “Spor yazarıyım, spikerim” diye cevap verdikten sonra İngilizlerin şaşkınlık yaşadıklarını ve  “Hangi spor?” diye sorduklarını aktarıyor.

 Çünkü onlara göre kimse birden fazla sporda yeterince uzmanlaşamaz.

***

Objektif olmak isteyen bir muhabir anlatıyor:

“Bir takımın bir müsabakasına gitmiştim.

 Maalesef statta televizyon yok  tabii…

Takım bir gol atıyor, ofsayt mı değil mi tereddütte kalıyorum.

Haber yazmalıyım ve hemen gazeteyi arıyorum. Takımın taraftarı olmayan birine soruyorum. Taraftarın vereceği cevaba ben bile güvenmiyorum!”

***

17. yüzyılda yaşamış Fransız Yazar La Rochefoucauld:

“İnsanlar askla ilgili yazılar okumasalardı, çok az insan âsık olurdu” demişti.

Her ne kadar farklı alanlar olsa bile, aynı yaklaşımla yola çıkıldığında, spor

hakkında yazılanların da sporun gelişmesinde ve biçimlenmesinde rol sahibi olacağı

söylenebilir.

***

İstanbul’da bunları konuşuyor olacağız. Ve heyecanlıyım da…

“Bayan Spor Yazarı” olmak konusunda gelecek bir soru için de hazırım:

Öncelikle yapmaya çalıştığım bu işe inanılmaz bir sevgi, saygı ve heyecan duyuyorum. Diyalog kurduğum hemen her kesimden insanın da saygı ve ilgisiyle karşılaşıyorum. İnsanın yaptığı işe aşık olması dedikleri budur sanırım.

Sayın Uluç’un dediği gibi; “ sizlerle birlikte, bu gün spor tarihinin tanığı olmak ve yarın için yaşananları ölümsüzleştirmek…”

İşte benim inanılmaz büyük mutluluğum!

Sevgiyle kalınız.

On Yazar On Mülakat


Osmanlı İmparatorluğunda resim çizmenin yasak ama yazı yazmanın serbest olduğu bir dönemde hat sanatı doğmuştur bilirsiniz. Hat sanatı bir nevi resimli yazı sanatı gibidir… Ben ise naçizane edebiyat aşığıyımdır biraz. Tıpkı hat sanatının doğuşu gibi; resminle yazının buluştuğu gibi;  yine sporla güzel sanatın buluştuğu günlerimden birindeyim!



Okumaya doyamadığım bir kitap var bugünlerde elimde. Edebiyatçıları veya geniş bir ifadeyle sanatçıları kendi ifadeleriyle tanımanın yollarından biri de onlarla mülakat yapmaktır diye başlayan satırlar…Ünlü edebiyatçılarla yapılan çok özel mülakatlar…



Oda ne; okudukça içimde bir deprem ve ruhumda açılan tatlı yaralar; çok derinlerdeyim…Sonrasını hiç sormayın! Yazar Hüseyin Rahmi Gürpınar’a bir daha hayran oluyorum.



Büyük yazar ilk romanı Şık’ı yazdığında ve dostlarının da tavsiyesiyle Ahmet Mithat Efendiye koşar. Ancak bu romanı kendisinin yazdığına bir türlü inandıramaz. Hatta Ahmet Mithat, “oğlum bana yalan söyleme bunu sen mi yazdın?”  derken Hüseyin Rahmi’nin gözlerinden yaşlar süzülüverir.



Bu da bir şey mi ki?

Yazarın babası bir şairdir ama oğlundan aldığı mektupları çok edebi bulup;

“Oğlum rica ederim mektuplarını başkalarına yazdırma, edebi bir dil kullanmana lüzum yok ki, lütfen kendin yaz ama samimi ol yeter” diyerek 15 yaşındaki Hüseyin Rahmi’nin yazdığı mektuplara inanamaz…



İçe dönük bir insan olan Hüseyin Rahmi’ye renkli bir hayatı nasıl yazabildiği ve kadın ruhundan nasıl anladığı sorulduğunda verdiği cevap çok ilginçtir:



“Annem üç yaşında vefat etmişti. Beni hizmetçiler, uşaklar ve komşu kadınlar ellerinde büyütmüşlerdir. Hatta komşu genç kızların mektuplarını da ben yazdığımdan kadın ruhundan iyi anlarım.”

Kitabın Adı: On Yazar On Mülakat. Yazarı: Muharrem Dayanç.
Okumayı sevenlere, okuyun derim...