3 Aralık 2012 Pazartesi

Kulübe Küçüğün Saha Büyüğün



Bu gün blog sayfamı, blog yazarı alperug'un bir yazısına ayırdım. Alper Uğur, güzel yazısında kulübe küçüğün, saha büyüğün demiş ve bakın liglerin yaşı ile ilgili nelere değinmiş. 

Birleşmiş Milletler'in evrensel kabul gören tanımına göre genç yaş aralığı 15-24 yaştır.

Süper lig’de yer alan 18 takıma baktığımızda;

Ligimizin ortalama %40’ı genç sınıfına giriyor.

17 yaşındaki en uzun süre oynayan en genç futbolcu 01.01.1995 doğumlu Fenerbahçe’li Recep Niyaz ve
19 yaşındaki en genç yabancı Kayserispor’un Senegalli futbolcusu Mbaye Diop
ikisi de 111 dk. oyunda kalmışlar.

En genç yabancı transferi 4 futbolcu ile Akhisar, 3 futbolcu ile 2. Büyük Şehir
ikisi de Belediye takımı.

Kadrosunda en genç futbolcu sayısına sahip gençlere en çok şans tanıyan Kayserispor’un transfer sezonunda  hayli çetin pazarlıklara girmesi çok doğal gözüküyor.

Forma numarası alan toplam genç sayısının 43’ü yabancı ve diğer tüm yabancıların süre almasına karşın tek forma şansı bulamayan Mersin İdman Yurdu’nun Bulgaristan’lı 23 yaşındaki futbolcusu Spas Delev.

18 takım arasında gençlerin oyunda kalma süresi 1224,23 saat. En çok süre alan genç bildiğiniz üzere Hasan Ali 33,9 saat.Varsayımlarla gençlere düşen oynama süresini artı eksi ortalama %15 diyebiliriz. Yani %85 iş ağabeylere düşüyor.

En çok süre sahada oynayan futbolcuların yaş ortalaması 29.22

Ligin genç ve en çok süre alan bakımından transfer olma ihtimali olanlar ki çok istenen Alper Potuk (21), Veysel Sarı ve yaş ortalaması yine 24 olan Gençlerbirliği’nden Aykut Demir ikisinin de yaşları 24

En yaşlı ve en çok yeşil sahada aktif oynayan Antalyaspor’lu 02.07.1977 doğumlu Deniz Barış (35)
daha sonra Akhisar’lı Oğuz ve Elazığsporlu Bilica ikisinin de yaşları 33.

Daha enterasan sonuçlarda çıkartılabilir ancak bunları yazarken bile oynama süreleri, maç sayıları, sakatlıklar her şey değişerek oranları da değiştiriyor.

Belki puan kaybedebiliriz ama gençleri kazanalım lütfen.

“Gençliği anlamadığımız an, dünyadaki işimiz bitmiş demektir” Geoge Mc Donald

Yaş mı bu işler?

Alper Uğur 

Küçük Kırmızı Bir Tavuk

Son günlerde okuduğum en güzel hikayelerden biri Küçük Kırmızı Tavuk.

Küçük kırmızı bir tavuktan bile öğrenecek çok şeyler olabilir diyenler için yazılmış adeta...

Hikayemiz şöyle başlıyor:

Bir zamanlar buğday tohumlarını açığa çıkarana kadar ambarın yanındaki 

avlunun zeminini eşeleyen, kazıyan küçük kırmızı bir tavuk varmış. Bir gün

 komşularını çağırıp toplamış ve şöyle demiş:

"Eğer bir tohum ekersek, yiyecek ekmeğimiz olur. Bunu ekmeme kim yardım eder?"


" Ben değil " demiş ördek.


" Ben değil " demiş inek.


" Ben değil " demiş kaz.


" O halde ben yapacağım" demiş küçük kırmızı tavuk ve
yapmış.

Tohumlar büyümüş ve altın sarısı başaklara dönüşmüş.


" Başakları biçmeme kim yardim eder? " diye yeniden


sormuş küçük kırmızı tavuk.


" Ben değil " demiş ördek.


" Saygınlığımı kaybederim " demiş inek.


" İşsizlik tazminatımı kaybetmek istemem " demiş kaz.


" O halde ben yapacağım " demiş küçük kırmızı tavuk ve
yapmış. 




Sonunda ekmeği pişirme zamanı gelmiş ve yine sormuş


küçük  kırmızı tavuk: " Bu ekmeği pişirmeme kim yardım eder? "


" Bu benim için fazla mesai olur " demiş ördek.


" Aldığım yardımları kaybederim " demiş inek.



" Tek yardımcı ben isem, bu ayırım yapmak anlamına
gelir " demiş bir diğeri...


" Bana ne, umurumda değil! " demiş kaz.


" O halde ben yapacağım " demiş küçük kırmızı tavuk ve
beş  somun ekmek yapmış.



Komşularına görmeleri için ekmeklerini göstermiş.


Hepsi biraz istemişler ekmeklerden. "Paylaş bizimle"
demişler.


Ama küçük kırmızı tavuk "hayır " demiş kararlılıkla.


"Bu beş somunu da kendim yiyeceğim. ".


" Haksız kazanç " diye bağırmış inek.


" Kapitalist sülük " diye ağlamış ördek.


 " Eşit haklar istiyorum " diye haykırmış kaz.


Pankartlar hazırlanmış hemen. 


Bağıra çağıra ortalıkta başlamışlar yürümeye. 

Durumu haber alan hükümetin temsilcisi,  küçük kırmızı tavuğa gelerek uyarıda bulunmuş:

" Bu kadar aç gözlü olmamalısın. Ekmeklerini paylaşacaksın."

"Ama ekmeğimi hak ettim " demiş küçük kırmızı tavuk."


"Kesinlikle! " demiş temsilci."


 Bu harika hür teşebbüs sistemi.

Avludaki herkes istediği kadar kazanabilir.


Ama hükümet düzeni altında üretici çalışanlar ürünlerini işsizlerle de

paylaşmalıdır."

Sonunda ekmekler paylaşılmış ve yasam sürmeye devam etmiş.


Ancak komşuları küçük kırmızı tavuğun o günden sonra


neden bir daha ekmek pişirmediğini bir türlü anlayamamışlar.

Küçük kırmızı tavuk ise kümesinin duvarına astığı bir


yazıya bakıp bakıp gülümsüyormuş zaman zaman. Ve geldik hikayenin sonuna.


Kıssadan hisse anlayacağınız:

" Liderler, insanların kendilerini küçük kırmızı


tavuklar gibi hissetmemelerine dikkât etmelidirler."

20 Ekim 2012 Cumartesi

Sessiz çığlıklar



Çalan bir telefon zili…
Arayan, Kartal Sporun Teknik Direktörü;
“Ağabeyin evde yok mu oğlum?”
“Yok hocam.”
“Sen hiç futbol oynadın mı?”
“Eh biraz!”
“Al gel çantanı, madem ağabeyin yok, bu gün maça onun yerine sen çıkacaksın…”
“Ağabeyim evde olmadığı için futbolcu oldum” diyen Servet Çetin…
“Evimde o kadar çok ödül var ki ama hiç biri emekli olduğumda kiramı karşılayamaz!”
diyen, Tümer Metin…
“Futbolu spor olsun diye yapmıyorum, ekmek param olduğu için yapıyorum” diyen Emre Bölezoğlu’nu okur okumaz gözlerimizi futbol dünyasının tecrübeli ayaklarına çeviriyoruz.
“Tek hayalim liseyi bitirdiğimde bir iş bulup, aileme destek olmaktı” diyen Tuncay Şanlı…

Onlar futbol dünyasının bilinen  kahramanları…
Peki bilmediklerimiz ne yaparlar ? Amatörlerde ve ikinci liglerde ekmek parası için, yıldız olmak için koşan, takımı terk et denen , yollarımızı seninle ayırıyoruz denen sessiz kahramanların, sessiz çığlıklarını duyabiliyor musunuz?
Ya da Üçüncü Lige yaş sınırı geldi amatöre döndük, amatöre de yaş sınırı geldi şimdi nereye dönelim? Yol gösterin!’ diyen öfke ve isyan dolu bir çığlıkla seslerini duyurabilme peşindeler…
Seslerini duydunuz mu?

‘Amatör kulüplerde 30 yaş sınırı 27 yaşa indi.
Üçüncü Lig’lerde bu yaş 25 yaşa kadar düştü.
25 yaş ve üstü futbolu bıraksınlar mı demek istiyorlar?’
Şeklinde çığlıklarını duyabildiniz mi?
Onlar 25 yaş üzerinde hayatlarını futbola adamış, futbolla kazanmış genç futbolcular.
Ancak birileri onları 25 yaşında emekli etmiş!
‘Biz şimdi ne yaparız?’ diyorlar.
Umutsuz, çaresiz, öfkeli ve şaşkınlar!
Ne yapsınlar!
Haklılar…

Atletizm elçimiz Cüneyt Yüksel!



Alaylı ve mektepli olmak antrenörlüğüme çok büyük katkılar sağladı.
Sporcunun duygularını çok iyi bilirim; tozu, teri, acıyı, kaybetmenin getirdiği burukluğu en iyi yaşayan bilebilir diyen Atletizm Milli Takım Antrenörü Cüneyt Yüksel sayfamızın konuğu.
O, son yıllarda alınan büyük başarılar sonucu atletizm de elçimiz konumunda.
Ülkemize Avrupa Şampiyonlukları kazandıran ve Nevin Yanıt, Burcu Ayhan gibi başarı sahibi isimler anılınca ilk akla gelen; onların başarılarında ilk isim olan ve büyük pay sahibi olan hoca Cüneyt Yüksel.
1987 yılında, antrenörlüğe başladığından bu yana, milli takımlara 60 sporcu verdi.
Antrenörlüğe ilk başladığı yıllarda başarılı olmayı kafasına koydu.
Kendisi sıradan, hatta kendi tabiri ile vasat bir sporcu idi.
Başarılı bir sporcu olsa idim, bugün başarılı bir antrenör olabilir miydim bilemiyorum diyor Cüneyt Yüksel ve başarıya aç olduğundan, hep daha ileri hedefler koyuyor.
Bugünlerde Londra Olimpiyatları sonrası sporcularıyla yeniden kampa giren Yüksel;
“Olimpiyat sonrası buruk bir sevinç yaşadık. Ancak şimdi yeniden bir başlangıç yaptık. Başlangıçlar hep iyidir.”
Başarılı antenörden aldığım bilgiler, atletizm adına oldukça umut verici!
Jamaika’da sprinterler neden çok başarılıdır düşündünüz mü?
Sebebi, ilkokuldan itibaren atletizm mecburi bir ders olduğu için.
Türkiye’de ise tesadüfen sporcu yetişiyor diyebilirim.
Atletizme yeni isimler kazandırmak istiyor isek; ailelere, Beden Eğitimi öğretmenlerine çok büyük işler düşüyor.
Nevin Yanıt ismini ilk keşfeden bir Beden Eğitimi öğretmeni idi.
Aileler ekmek kaygısındalar ve sporu bir meslek olarak görmüyorlar.
Ancak şu iyi bilinsin artık; sporcular da büyük para kazanıyorlar.
Başarılı sporcular için de çok büyük imkânlar var.

Demirspor'da Uğur’lu başlangıç!


"Başarı için beş unsur gerekir:
Teknik direktör, oyuncu, yönetim, taraftar ve basın.
Bu unsurlarının herbirinin aynı hedefe odaklanması ve birlikteliği çok önemlidir.
Sadece futbolcular ya da sadece teknik direktör başarıyı mümkün değil sağlayamazlar!" diyerek başladı konuşmasına. Gayet samimi, neşeli ve güven dolu bir ses tonu ile...

Geçtiğimiz sezon Birinci Lig'e terfi eden Adana Demirspor bu zaman içerisinde çok sıkıntılı bir süreç yaşadı. Ancak Teknik Direktör Mustafa Uğur'un gelmesiyle birlikte, iki haftadır üst üste alınan galibiyetle derin bir nefes alabildi. Bunun üzerine bütün gözler, mavi- lacivert takıma ve hocalarının üzerine çevrildi.

Sormazsam olmazdı nedir felsefeniz, kimdir Mustafa Uğur?
"Oyuncularıma güvenirim. En önemli ilkem; adaletli olmak. Samimiyeti ve sadakati önemserim. Futbol anlayışım; futbolu doğru oynamak. Futbol, topun arkasından koşulduğu bir temaşa değildir. Çok hızlı oyunculardan oluşan ve topun hâkimiyetinin kaybedilmediği bir oyun sergisini oluşturabilmek hedefindeyim."

1963, Kayseri doğumlu.
Futbola 14 yaşında okul takımında başladı.
Kayseri Yeşilhisarspor ve Fevzi Çakmakspor'da top koşturduktan sonra
Kayserispor'da tam 15 yıl aralıksız futbol oynadı ve  bu 15 yılın 7 yılı takım kaptanlığı.
Bu sırada dört şampiyonluk ve üç kez küme düşme yaşadı.
Sonrası yardımcı antrenörlük ve 2000 yılından bu güne uzanan teknik direktörlük.
İlk olarak Erciyesspor'un hocalığını yaptı, bir  yıl sonra Süper Lig'e terfi etti.
Samsunspor, Diyarbakırspor, Boluspor, Karşıyaka...
Derken bu sezon Adanademirspor.

Adana'da futbol ve rekabet adına da söyleyecekleri var:
"Adana'da iki takım arasında büyük bir rekabet var. Rekabetin her iki takıma da katkısı çok büyük; her iki takımı da diri tutmak açısından. Yıllardır benzeri rekabet ortamlarını yaşayan şehirlerden biri de Kayseri'dir. Orada hedef Süper Lig için, bir sloganımız vardı: İki takım, tek taraftar. Süper Lig yolunda iki takım: Neden olmasın?!"
Uzun vadede başarıyı hedefleyen futbolculara önerisi olan Mustafa Uğur; 'çok çalışsınlar, çok iyi dinlensinler ve çok iyi beslensinler' diyerek bitiriyor sözlerini…

7 Ekim 2012 Pazar

Renklerinin bütün tonları ile...


Onlarla yaşadığım bir gerçek...


Mersin İdman Yurdu'nda bitmeyen özlem!



Sezona iyi bir başlangıç yapamayan Mersin İdman Yurdu Teknik Direktörü Nurullah Sağlam ile, geçtiğimiz sezon sağanak yağmurlu maçları yad ederek, Ekim ayının yağmurlu bir akşamında başlıyor söyleşimiz. 
Nurullah Sağlam her zaman ki gibi, skora göre değil, yaşadıklarına göre konuşuyor.
Gözlerde ne bir yenilgi ifadesi, ne de umutsuzluktan bir eser; böyle bir atmosfer.
Ben, sezgilerime ve az çok tecrübelerime göre, hep böyle gitmeyeceğini biliyorum diyorum; ancak futbola felsefe katan teknik adamın bu atmosferde neler söyleyeceklerini de merak ediyorum.
"Oyuncularıma hep şunu söylerim: Benim için, ne zaman büyük bir takım olursunuz;
hakemin maçın bitiş düdüğünü çaldığı an, ah keşke maç bitmeseydi de on dakika daha oynasaydık dediğiniz an! Maç bittiğinde soyunma odasına giriyorum ve onların gözlerine bakıyorum; maçtan keyif almışlar mı, almamışlar mı? 
Almışlarsa ki bu anlaşılır, benim için çok sorun yok! Puanı sorarsanız, puan olarak buraları beklemiyordum açıkçası. Şanssız başladık ama böyle gitmeyeceğinden ben de eminim. Bana en büyük sorumluluğu taraftarımız vermiştir. Taraftarımızın o coşkulu tezahüratı, daha koridorda iken bile bize büyük güç verir. Açıkçası Bolu ve Kartal maçındaki taraftarı özledim. Onların hınca hınç doldurduğu tribünleri özledim. Takım olarak en büyük motivasyon kaynağımız onlar. Şu an sonuç ne olursa olsun, kazanmak için taraftarı bekliyorum."
Taraftarı galibiyete özlem duyadursun!
Bir teknik direktörün özlemi de, en az kazanmak kadar taraftarı kazanmak!
Özlem duyulan; Tevfik Sırrı Gür'de yaşanan sayısız coşkulu kalabalık.
Kırmızı lacivert renklerin altında buluşan her yaştan insan ve umut!
Nice yağmurlarda söylenen sağanak şarkılar…
Sokaklardan akan insan seli…
Süper Lig'le neredeyse çeyrek asır sonra buluşma hasretini yaşayan bir şehir takımı Mersin İdman Yurdu’nda yaşanan karşılıklı özlemler.
Bu özlem; herkesin dilinde bitip bilmeyen bir aşk hikâyesi.
Hiç kimsenin değil, bir şehrin hikâyesi…

29 Eylül 2012 Cumartesi

“Homend - Hoşgörü” Turnuvasının Ardından...



Günün birinde minik Naz’ı da parkelerde görürseniz hiç şaşırmayın dedim!
Neden olmasın!
Naz henüz dört yaşında ama olsun, hayatının her anı babası ve basketbol.
Basketbol, babası kadar onun için de bir yaşam tarzı haline gelmiş.
Baba, kadın basketboluna hizmet eden marka takımlardan birinin koçu.
Türkiye Kadınlar Basketbol Birinci Ligi’nde mücadele eden Botaşspor’un antrenörü Olcay Orak ile adı “Homend - Hoşgörü” turnuvası sonrası konuşuyoruz bütün bunları.
Nadir Vekiloğlu ismi başlayan bir basketbol serüveni onun hikâyesi...
“Benim basketbola başlamam bir hayli ilginçtir; bir o kadar da güzel!
Bir gün arkadaşımla beraber sokakta yürürken karşımızdan gelen biri:
‘Çocuklar bir dakikanızı alabilir miyim?’ dedi.
‘Tabii, buyurun!’ dedik.
Önce dikkatli bir şekilde  kollarımıza ve bacaklarımıza baktı.
Sonra ardı ardına gelen sorular…
Tanımadığımız bu insanla o gün çok samimi olmuştuk.
Sokak ortasında bizi soru yağmuruna tutan yabancı, bugün benim için çok önemli bir isim olan ‘Nadir Vekiloğlu’ idi.
Bizi antremanlara davet ettiği o gün, içimdeki basketbol aşkını keşfettim.
Basketbol tutkum böylelikle başlamış oluyordu.
Sonrasını sorarsanız yaklaşık 19 yıllık bir antrenörlük diye özetleyebilirim.”
Sonrası; basketbolun içinde hep var olmalıyım diyen ve Türkiye’de kadın basketboluna kendi adıma verebileceğim çok şey var diyen bir antrenör ve kadın basketbolu için her anlamda bir marka olan Botaşspor’un genç ve başarılı hocası Olcay Orak.
Ve kendisi için adeta sokakta tesadüfen başlayan basketbol için; “pek çok aile, okulu ve basketbolu  bir arada yürümezmiş gibi algılasa da; aslında okul, basketbol ve disiplin birbirleriyle eş anlamlı kelimeler gibidir” diyor.
Başta Botaşspor olmak üzere, güney takımlarında kadın basketbolu adına gerçekten çok ciddi ve güzel gelişmeler olduğu bir gerçek.
Şu an, ilk aklıma gelenleri hemen not etmeliyim:
Ne zaman basketbolda çok büyük işler başarırız?
Bir yabancı, sokakta bir çocuğu durdurur, onun basketbol adına gelecek vaat ettiğini görür ve en önemlisi de onu basketbola kazandırmayı başarırsa…
Olcay Orak’ın hikâyesinde de olduğu gibi.
Bir isimle bir hayat hikâyesi başlar; ardından başka başka isimler ile basketbol dolu yeni bir hayat devam eder.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Hayatımız Futbol!




Bazen düşünüyorum da...
Futbol hayatımıza bir köşeden sızmayı başarabilen bir oyun.
Sokakta top koşturan çocuk sesleri...
Ekranlarda gol sesleriyle coşan on binler...
Gazete sayfasından hayatlara uzanan bir futbol adamı...
Kim bilir nereden aldığı bir forma ile simit diye bağıran bir çocuk...
Bir maç öncesi ya da sonrası sıkışan bir trafik...
Hayatımıza incecik ve rengarenk ışık huzmeleri gibi sızmayı başaran bir oyun...
Futbol giyiyoruz, futbol yiyoruz, futbol konuşuyoruz...

Bazen de şöyle düşünüyorum…
Futbol bizi şekillendiriyor!
Hayatın içinde öncelikle...
Önceliklerimizin içinde…
Yaşantımız, bakışımız, seçtiğimiz renkler, tercihlerimiz...
Yaşadığımız şehir, gittiğimiz deplasmanlar, izlediğimiz o maç,
oturduğumuz koltuklar...
Hediye ettiğimiz bir forma...
Hepsi de tuttuğumuz bir takıma göre değişiyor...
Futbola göre...
Futbolla gülüyoruz, futbolla hüzünleniyoruz, futbolla eğleniyoruz...

Bazen hayat futbol...
Bilmem kaç tarihinde kurulmuş bir takımı doğum tarihi görenler...
Kanının iki renk akacağını söyleyenler...
Gazetelere arka sayfalardan başlayanlar...
Hafta sonunu futboldan ibaret görenler...
Hayran olduğu futbolcunun formasını hayatının başköşesine alanlar...
Sevdiği futbolu içine sığdıramayanlar...
Hayatlarının en önemli renkleri futbol olanlar…

Bazen futbol; toz, toprak, yağmur, çamur, kar, kış...
Ama bazen...
Bazen de coşku, binlerce aşk, binlerce renk, sokakların cıvıltısı...
En önemlisi yaşadığı yere barış getiren bir oyun futbol.
Sokakları adeta futbolla arşınlıyoruz...
Ve hayata adeta futbolla sarılıyoruz...
Hayatımız futbol!

7 Eylül 2012 Cuma

Beytullah'a beklenmeyen ödül!




Her yıl İstanbul Arel Üniversitesi geleneksel olarak yılın sporcularına ödül verir.

Bu yıl, yılın sporcusunu seçmekde çok zorlandılar.

Üniversite içinden ve dışından çeşitli isimler yılın sporcu adayı isimleri getirdiler.

Üniversite’nin Kültür, Spor ve Daire Başkanı Nuri Güner, sağolsun benim de fikrimi almak istedi.

Ben ise heyecanla Kahramanmaraşlı Beyrullah Eroğlu’nu yılın sporcusu olmaya aday gösterebileceklerini bildirdim.

***

Doğuştan iki kolu olmayan Beytullah Eroğlu’nun engelli sporcularda Türkiye birincisi,  dünya altıncısı olduğunu defalarca sayfamıza taşımıştım.

İçimi büyük bir heyecan kapladı.

Sonucu Sayın Nuri Güner bildirdiğinde heyecanım yerini bambaşka bir duyguya bıraktı; içime sığmayan kocaman bir sevinç!

***

Beytullah Eroğlu, Üniversite’nin seçici heyetince oylama ile yılın sporcusu seçilmişti.

Onun ödülünü ona bu başarılara imza atmasını sağlayan hocası Osman Çullu versin istedim.  Kendisine ulaştım ve onu da ödülü vermek üzere İstanbul’a davet ettim.

Bana verdiği cevap şu oldu:

‘Teşekkür ediyorum, o tarihte sporcularımla Alanya’da olacağım; ancak şunu da iletmeliyim: altın madalyalarımız var ancak çok kısıtlı imkanlar ile bu sporu yapmakta ve yaptırmaktayız!’

***

Kendisini sporcularına adamış, başarılı bir hoca Osman Çullu.

O, Kahramanmaraş'ta engelli sporcuları yüzme sporu ile tanıştırdı.

Onlara yüzmenin yanında, yaşama sevinci de aşıladı.

Kahramanmaraş’ta kapalı bir yüzme havuzunda başlayan çalışmaları ses getirdi.

En son Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan Avrupa Bedensel Engelliler Yüzme Şampiyonasından Beytullah Eroğlu altın madalya kazanarak bayrağımızı dalgalandırdı.

***

O gün, üniversitede Beytullah Eroğlu’nun ödülünü vermek için sahneye çağrıldım. Ben de kısa bir konuşma yaparak, Üniversite’nin Mütevelli Heyet Başkanı - yine bir Kahramanmaraşlı- olan Sayın Kemal Gözükara’yı ödülü vermesi için sahneye davet ettiğimi bildirdim.

Başkan Kemal Gözükara Beytullah’a ödül olarak plaketin yanında, onu artık Arel Üniversite’sinin bir öğrencisi olarak görmek istediklerinin müjdesini verdi…

Kısıtlı imkânlarla yapılsa da birçok spor dalında alınan ödüller milli sporcularımıza yeni kapılar ve imkânlar açabiliyor.

Yüzmeye, koşmaya; spora devam!



6 Eylül 2012 Perşembe

Editörün Notu...



Şubat ayının yağmurlu ve güzel bir günü. Mersin’deyim. Gün, henüz yeni aydınlanıyor. Odamın penceresini açıyor ve usul usul yağan yağmuru izliyorum. Esen hafif bir rüzgârla beraber odama hızlıca birkaç yağmur damlası dalıyor. Derin bir nefesle, içime çekiyorum huzur veren bu kış havasını! Günün en güzel saatleri ve ben böyle bir ruh halinde iken, birden telefonum çalıyor. Ellerim merakla telefonuma uzanıyor. Telefonumun diğer ucunda Mersin Devlet Hastanesinin eski başhekimlerinden Doktor Ahmet Arslan var. O her zaman ki mütevazı ses tonu ile önce beni selamlıyor ve ilave ediyor
“Bu gün, müsaitsen ziyaretine geleceğim. Bana ait bir konuyu, seninle konuşup, paylaşmak istedim. Hatta mümkünse yardımını da rica edeceğim!” diyor.
Açık konuşmak gerekirse meraklanıyor ve heyecanlanıyorum; her zamanki gibi heyecanımı saklayamıyorum ve:
 “Tabi ki, efendim. Buyurun, ne zaman isterseniz, bekliyorum!” diyorum…

Aradan kısa bir zaman geçiyor. Yağmur çoktan diniyor ve yağmur bulutları yaşadığım şehri yavaş yavaş terk ediyor. Odamın güneye bakan penceresine tam da güneş vuruyorken, kapım çalıyor. Ve beklenen misafirim Doktor Ahmet Arslan o tarihsel edasıyla; elinde asası ve başında vazgeçmediği şapkasıyla odamın kapısında beliriyor. O gelince, sıcak limonlu adaçaylarımızı söylüyorum ve onu dinlemeye başlıyorum…
 O ise, oturduğum odanın, çalıştığım mekânın, yaşadığım şehrin yıllar…yıllar öncesine değin uzanan; o eski günlerin yad edildiği sohbetine başlıyor. Onu dinlerken; sesindeki coşku ve yüreğindeki sıcaklıkla birlikte odam bir kış mevsimi, güneşin de etkisi ile bambaşka bir havaya bürünüyor. Nihayet, elindeki o şeffaf, mavi kaplı dosyasını bana uzatıyor ve gözlerindeki o güven dolu gülümsemesiyle ellerime veriyor. Heyecanla birer birer sayfaları çeviriyorum. 89 yıllık bir hayat hikâyesinin yazıldığı satırlar adeta avuçlarımın arasında hızlı hızlı akıp gidiyor. Ben sayfalara dalmışken, o konuşmaya başlıyor:

“O elindeki, benim kayıt altına aldığım hayat hikâyem; senin de bir göz atmanı istedim. Bu emanet için niçin seni seçtiğimi zamanı gelince paylaşacağım!”

 Ben ise, hem onu dinliyorum, hem de ister istemez sayfaların, paragrafların, satırların, kelimelerin arasında o gün bu gündür gezinip duruyorum…

İşte bugün, şu an Nisan ayının bir başka günü… Bir akşam vakti. Şu an, neredeyse bir asıra yaklaşan bu yorgun tarihin ilk şahidiyim. Adeta her anıyı ve her satırı yaşadım. Her gece, başka bir anıyla gözlerim kapandı ve her sabah merak içerisinde başka bir anıyla uyandım. Yaşadığım kentte bir zaman yolculuğuna çıktım; henüz yeni doğmuş bir bebeğin ağlama sesiyle başladım hayata ve geçmişten bugüne bir zaman tünelinde yürüdüm durdum. Zaman zaman hastanelerin bahçesinde, koridorlarında ve odalarında gezintiye çıktım. Sarpay’ın hikâyesini tekrar tekrar okudum; onu, içim titreyerek de olsa, annesi ve babası ile birlikte son yolculuğuna ben de uğurladım; bir babanın vasiyetiyle adeta apaydınlık oldum; arabada babasını bekleyen çocukların ağlaması içimi acıttı; bir Bakan’ın masasındaki telefon trafiği beni de şaşırttı ve Mersin adında bir şehir geçmişten günümüze neler neler yaşadı…

Yıllar…yıllar evvel, kaplumbağaların dahi zor ulaştığı Arslanköy’ün o patika yollarından, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine ve bugüne değin uzanan ibret dolu bu yolculuğun için de, sanki ben de vardım!






‘İbret ve Şahadet’i okuyup bitirdiğim şu gün, beni derinden etkileyen ve hayatıma ışık tutan olaylar ve kavramlar oldu.  Bunlardan birincisi; aile kavramı. Aile,  her insanın hayatında şüphesiz ki en önemli kavram. Bir diğeri de; güven içerisinde kurulmuş hakiki dostluklar…Bir de, artık biliyorum ki; hayatımızdan eksik etmeyeceğimiz en önemli kavramlardan biri de; adalet olgusu  olmalı...Yaşadığımız coğrafyanın hızla değişip gelişmesi; teknoloji ve tıbbın yaklaşık 100 yıllık bir tarih içerisinde adeta mucizevî bir şekilde ilerlemesi de dikkate değer diğer bir ayrıntı.

Doktor Ahmet Arslan, bu yaşanmış yıllar içerisinde kendi biyografisi ile birlikte;  bir köyün, bir şehrin, bir ülkenin yaşadığı bütün gelişmelerini de kendine özgü bir anlatımla kaleme almış ve adeta bir asrın gelişimini de kayıt altına almış. Yazarın bu biyografisinde olayların, adeta fotoğrafını çeker gibi, bütün canlılığıyla yaşatan anlatım tarzı da beni çok derinden etkilemiştir. Bu kitabın insan üzerinde en çok tesir bırakan bir yanı is şudur: bu yazılanlar tümüyle, yaşanmış bir hayat hikayesidir…

  Burada, sayın yazarın bana emanet ettiği bu değerli eserde benim de, az da olsa katkım olduğu için bu gün, şu an çok büyük onur duyuyorum…Şu an, bu güzel emanet için, hala niçin seçildiğimi yazara sormuş değilim… Ancak benim yorumum şudur: “İbret ve Şahadet” adlı bu eser, benim devam eden yolculuğuma ciddi anlamda bir ışık tutmuştur; siz değerli okurlara da ışık tutması temennisiyle efendim…

                                                                                                     Arife Ünüvar 

31 Ağustos 2012 Cuma

5 Ocak'ta Kadın Olmak !



Uzun yıllardır futbol izleyicisinin içerisindeyim.
Bir futbol seyyahı gibi; birgün bir şehirde, başka birgün bir şehirde takımına çılgınca destek veren milyonlarca farklı futbolseverin arasındayım.
Bundan bir yirmi yıl kadar önce erkek taraftarın arasında maç izlemek çok kolay bir olay değildi.
Beni tanıyanlar bilirler, çoğu zaman bir şapka takarak, bir şapkanın arkasına gizlendiğim günleri unutmam mümkün değil.
O günlerde kadın taraftar sayısı bir elin parmakları kadar azdı diyebilirim.
Asla saygıda kusur yoktu, ancak her ne hikmetse alışık değildi erkek taraftar futbol sahalarının içindeki kadına.
Kadınlar futbolu sevemezdi belki onların dünyasına göre.
Futbol erkek işiydi ya da kim bilir kadın ve futbol birarada olamazdı!

Son bir kaç yıldır bu durum biraz değişti diyebilirim.
Özelikle de Türkiye Futbol Federasyonu'nun saha cezaları nedeniyle kadın taraftara sahaları açması ile bir çok hem cinsim ilk kez tanıştı futbolla, futbol sahaları ile ve kendinden olan futbol izleyicisi ile...
İyi de oldu. Futbol barış oyunu, ciddi anlamda bir birleştirici yönü var.
Hiç tanımadığınız insanlarla ilk kez orada göz göze gelebilirsiniz.
Aynı bilinçle, aynı duygu ve aynı heyecanla ile kalkarsınız oturduğunuz koltuklardan ayağa.
Hatta bir gol sesi ile sarılırsınız bazen hayata...

Süper Lig'in ardından, geçtiğimiz hafta PTT 1. Lig de büyük bir heyecanla sezona merhaba dedi.
Cezası nedeniyle Adanaspor - Şanlıurfaspor maçını kadın taraftarlarla birlikte izleme fırsatını yakaladım.
Turuncu- beyaz formasını giyen koşmuştu 5 Ocak Stadına.
Çocuk taraftarlar da kendilerince şenlendirmişti bu güzel futbol akşamını.
Dişi kaplanların takımlarını destekleyen tezahüratları hiç bitmek bilmedi.
5 Ocak'ta kadın olmak güzel şeydi doğrusu...

Dün, futbol sahalarında artık kadın taraftarı da görmek istiyoruz diyenler bugün kadın taraftarın büyük bir ustalıkla organize olup, takımlarını desteklediklerini ekranlarının başında izler oldular.
Öyle ya; kadınlar futbolu sevemezdi çok yakın bir geçmişte ya da futbol erkek işiydi; kadın ve futbol asla birarada olamazdı!
Yeni sezonda dilerim ki; maç cezaları olmadan da ya da cinsiyet ayrımı olmaksızın futbol sahalarına bambaşka renkler, güzellikler katsın tüm taraftarlar.

Sponsorsuz Sessiz'Lig'




Futbolda mücadelenin en üst düzey yaşandığı yerlerden biri de; Bölgesel Amatör Lig'ler.
Herbiri de imkanlar ölçüsünde varolmaya ve seslerini duyurmaya aday; yepyeni umutların yeşerdiği adeta Türk futbolunun alt yapısı sayılabilecek kulüpler.
Tanık olduğum bu mücadelelerden  biri de: "Yeni Aksarayspor."
2009 yılında kurulmuş olan siyah beyazlı ekip, Başkan Ali Karakuş ve yönetimi ile yepyeni umutlar ve başarılar peşinde.
Hedefleri; kulübü profesyonel liglere taşımak.
Bunun yanında, alt yapı ve tesisleşme anlamında da yepyeni hedefler koymuşlar kendilerine. Aksaray taraftarıyla da futbola susamış bir şehir.
Kulübün Sportif Direktörü Mesut Doğrutekin'in ifadeleri şöyle:
"Futbol insanlara ulaşabilmek için en doğru yol. Futbol sevgimiz tartışılmaz. Ancak Türk futbolu anı ya da günü yaşıyor. Türk futbolunun yarın sorunu yok. Oysa Türk futbolunun yarını Alt Lig'ler; Bölgesel Amatör Ligler..."

Alt Lig'leri tam manasıyla ifade edebilecek bir kelime olsa idi, o kelime hiç şüphesiz mücadele olurdu. Mücadelenin en çok yaşandığı ligler buralar.
Bu sayfalara misafir olan amatör sporcuların ve kulüplerin özel bir yeri var bana göre.
Nedeni: Alt Lig'ler sessiz mücadelelerin yaşandığı, mücadelenin en üst düzey yaşandığı ancak sesin en cılız çıktığı yerler. Ligin diğer bir adı olsa idi:  'Sponsorsuz Sessiz'lig' olurdu sanırım.

Buralarda, TFF'nin amatör futbolculara 30 yaş  sınırı getirmiş olması da sık sık dile getiriliyor. Bu sınırlama çok ciddi mağduriyetler doğurmuş. Bu liglerde yıllarca futbolla yaşamış bu insanlar seslerini duyuramamışlar. 'Futbola hayır!' diyerek tüm hakları elinden alınmış.
Futbol denince, hep aynı tekrarlar aynı isimler akla gelir durumda.
Sözüm ona; ben de şimdi sormak ihtiyacı duyarım:
"Futbol için gelecek olarak görülen bu insanlara neden kulak verilmiyor?"

Sözün özü:
Bölgesel Amatör Lig'lere yetkililerin ve federasyonun ciddi anlamda destek vermesi bekleniyor.
Türk futbolunun geleceği buralar. Tesis düşünülüyorsa bu liglerden yana tercih yapılmalı. Buralarda mücadele özverili insanlar ile sürdürülüyor.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Olimpiyat Halkaları ve Olimpizm






Hiçbir ulusa, kişiye, dine, olaya atfedilmemiş evrensel ve sosyal hareket olan Olimpiyat düşüncesinde tema olimpik kültür üzerine kuruludur.
Olimpik düşünce ya da olimpizm ise sadece bir düşünce olmanın çok daha ötesinde…

Olimpiyatlar logosuna baktığımızda iç içe beş ayrı halka görürüz.

Bu beş halka, beş kıtayı temsil eder ve bu halkalar yıllardır, büyük bir dayanışma içinde evrensel, eşit, insancıl, sürdürülebilir olarak insanların en doğal hakkı olan spor yapmalarını temsil ederler.

Olimpik değerlerin her biri de ayrı bir önemdedir.
Mükemmeliyetçilik bunlardan biri ve kişinin oyun sahasında ya da profesyonel arenada elinden gelenin en iyisini yapması anlamını taşır.

Sadece kazanmayı değil, aynı zamanda katılımda bulunmayı, doğru ilerlemeyi, günlük hayatımızda en iyisi olmaya çabalamayı ve güçlü bir vücut, beyin ve iradenin sağlıklı birleşiminden faydalanma anlamına gelir.

Sporu, dünyanın  dört bir yanındaki insanlar arasında karşılıklı anlayış ve dostluk aracı olarak görmeye teşvik eder.

Kendinize, bedeninize, başkalarına, kurallara, spora ve çevreye saygı da bir başka önemli değerdir. Fair playin yanı sıra dopinge ve diğer ahlak dışı davranışlara karşı savaşı  içerir.

Olimpik hareket, sporun hiçbir ayrımcılık olmaksın yapılabilmesini sağlamayı kapsar ve insanları ilginin merkezine yerleştirerek, spor yapmanın bir insan hakkı olduğuna dikkat çeker.
 Spor bireyler ve toplum üzerinde yapabileceği evresel etkiyi önemser. 
Yıllardır süregelen olimpiyatların ana teması tek bir cümle ile özetlenmek istenirse belki de o cümle şu olurdu: 
Spor herkese aittir.   

Olimpiyat güneşimiz Mersinli Ahmet!


Bir Mersinli Ahmet vardı!
Mersin’in Kiremithane Mahallesinde doğan ve olimpiyat sporu için bir gurur abidesi olan, 1914 yılında doğmuş, o günlerin güçlü çocuğu…
Bir Mersinli Ahmet vardı!
Duvarcı ustası bir babanın oğlu, önce güçlü olmasıyla dikkatleri üzerine çekti, spora boksla başladı, ardından atletizm ve adını tüm dünyaya duyuracağı güreşle tanıştı sonra…
Kireçci ailesinin çocuğu Ahmet yokluklar içerisinde büyüdü ama gücüyle, başarılarıyla adını önce Tarsus’da yapılan Karakucak güreşlerinde birinci olarak duyurdu.
Kısa bir süre sonra İstanbul’da da adı sanı duyulmaya başladı. İzmir’de Balkan Şampiyonasında Nuri Baytorun ve Adnan Yurdaer gibi büyük ustaları da  yenince 18 yaşında Milli Takım’a girdi ve Balkan Şampiyonu oldu.
1936 yılında Berlin Olimpiyatlarında üçüncülük kazandı ve ülkesine madalya ile döndü!  Yine 1937 yılında dünya üçüncülüğü ve 1940 yılında ise Balkan Şampiyonluğu, 1978 yılında Londra Olimpiyatlarında ise kendi sıkletinde şampiyon oldu.
Başarıları, madalyaları, ödülleri saymakla bitmez bir Mersinli Ahmet vardı…
O, sadece Mersinlinin değil, o yıllarda tüm dünyanın tanıdığı, başarılarının saatlerce alkışlandığı, Kiremithene’de doğan, Olimpiyat minderlerinde güneş misali parlayan Ahmet Kireççi idi.
O tarihlerde esen kasırga adını ondan almıştı; Türk Kasırgası!
Belki de bu yüzdendir:
Mersin yeni olimpiyat şampiyonları yetiştirmelidir!
Mersin bir olimpiyat şehri olmalıdır.
Belki de bu yüzdendir; Mersinli Ahmet bu şehrin ilk olimpiyat güneşidir ve
Olimpiyat ateşini yeni Mersinli Ahmetler yakmalıdır!



Nevin Yanıt

9 Ağustos 2012 Perşembe

Burcu'nun Atletizm Rüyası!


“Atletizme başladığım o ilk günü çok iyi hatırlıyorum. 24 Haziran 2004.
Ben bir voleybolcuydum.
Beden Eğitimi öğretmenim ellerimden tuttu ve beni Cüneyt Yüksel Hoca’ya teslim etti.
Tevfik Sırrı Gür Stadyumunun toz toprak zemini, hava çok sıcak ve sürekli koşuyorum.
Voleybol bir salon sporu ve salondan çıkmış gelmişim, bu havalara, toza toprağa hiç alışamamıştım. İlk bir hafta adeta kaçtım diyebilirim.
İlk yarışlarımı Ankara’da yaptım. Derecem 1.35.
Cüneyt Hoca, bana baktı ve sen beş yıl sonra çok rahat 1.90 atlarsın dedi.
Başarımın yüzde doksanı Cüneyt Yüksel’e aittir.
O, 100 metre engellide bir profesyonel olduğu gibi yüksek atlamada da dünyadaki tüm gelişmeleri yakından takip ediyor ve kendini de sporcularını da geliştiriyor.
Artık bu alanda da bir profesyonel.

Atletizmde yaptığınız antrenmanlar çok önemli. Ben günde 8 saat antrenman yapıyorum. Kendimi tamamen bu spora adadım.
Hırs, güven ve tutku ve derken kendimi başarıya odaklandım.
Mümin Sekman’ın beni çok etkileyen bir sözü vardır:
Rüzgârı suçlamayı bırak, yelkenleri kullanmayı öğren! Seyirci koltuğundan sıkıldıysan, sahneye çık. Zirvede her zaman bir kişiye daha yer var. Başkaları yapabildiyse, sen de yaparsın. Her şey seninle başlar!”       
Ben de, seyirci koltuğunda oturmaktan vazgeçtim.
2007 yılından bu yana hayatımın sahnesindeyim. Hedefim, ülkeme önce Avrupa’da, sonra dünyada, daha sonra da olimpiyatlarda madalyalar getirmek. Bunları başaracağıma inancım sonsuz!

Atletizme başladığım o ilk günden bu yana çok büyük tecrübeler yaşadım. Bu spor sayesinde sosyal, ekonomik ve kültürel olarak hayatım tamamen değişti. Farklı kültürler ve farklı mekânlar gördüm. Bizlere çok değer veriliyor. Bunların bilincindeyim.”

Mersinli Burcu Ayhan yepyeni rekorlara koşuyor anlayacağınız!
Atletizme Tevfik Sırrı Gür’ün toprak zeminlerinde başlayan milli atlet Burcu Ayhan henüz 22 yaşında. Yüksek atlamada, Gençler Türkiye rekortmeni ve 23 yaş altı Türkiye rekortmenidir.  Gençler Avrupa şampiyonasında ve 23 yaş altı Avrupa Şampiyonasında üçüncülükleri var. Akdeniz Oyunları ikinciliği ve Karadeniz Oyunları birinciliği var. Fazla söze de gerek görmüyorum. Burcu Ayhan söylenecekleri fazlasıyla söyledi zaten!

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Cüneyt Ağabeyin 100 Metre’si…



1936…Berlin Olimpiyatları. Kore, Japonya’nın işgali altında.
Koreli sporculara Japonya’nın forması giydirilmiş.
Birinci; Japonya’nın bayrağını taşıyan bir Koreli…Sohn Kee.
Göndere Japon bayrağı çekiliyor ama onun gözleri yaşlı, nedeni; ülkesi işgal altında.
Ve harp bitiyor sene 1948…Londra Olimpiyatları…Birinci yine Sohn Kee…
Ama bu kez göndere çekilen Kore bayrağı…Kore bağımsızlığını kazanmış ve sporcusu kendi bayrağı için koşmuş…

Bu hikayeyi ülkemizin olimpiyat ateşini yakan, atletizm için bir satırbaşı olarak anılan bir bilgeden öğreniyoruz. “Cüneyt Ağabeyin 100 metresi” adlı kitabın başkahramanından. Geçtiğimiz yıl trafik kazasında kaybettiğimiz Cüneyt Koryürek için yazılan kitapta sporseverler için yüzlerce mesaj var.

17 yaşında başlıyor atletizme ve hayatını gazeteci ve yazar olarak devam ettiriyor. İz bırakanlardan; “Atletizm bana yılmamayı, sabırlı olmayı, insanları sevmeyi ve rakibime hürmet etmeyi öğretti. Hem  Atletizm benden sorulur” diyor.

Uygarlığın temeli, merhaba, nasılsınız, lütfen ve özür dilerimler ile atılacaktır. Medeniyet, üçüncü kişilerin haklarına saygılı olmaktır.” diyerek dostlarına hep medeniyet dersleri veriyor. O, çevresini bilgisiyle zehirleyen bir yazar. “Hayattan hep talep edeceksiniz, asla kanaatkar olmayacaksınız ve verdiğiniz sözü asla unutmayacaksınız.” diyor mesela.

Aklı hep ön plana alan bu mucize insanın fotoğrafı zihinlere; dik bir duruş, beyaz saçlar ve zıpkın gibi bir delikanlı olarak kazındı. Ayrıca; derin ve büyük bir yürek sahibi.
“Onda, aristokrat olmayan bir asalet vardı. Zamana ve mekana bağlı kalmadan çalışırdı. Kitaplarla işgal edilmiş bir ofise girerdiniz, üstünüze bir küçüklük hissi sinerdi. Daha az cahil ölebilmek için çırpınan Cüneyt Ağabeyin uyandırdığı bir histir bu.” Gözlerini okumaktan an ve an ama kaybetmiş ama o mercekle okumaya devam etmiştir.

Sevgimi de paylaşabilirim bilgimi de, hem sevgimi ve bilgimi versem ne kaybederim ki…” diyecek kadar ince bir ruha sahip. Dostları onu kaybetmenin acısıyla;
Dostları olmalı insanın;
Ermiş, bilge, hayatı ezbere okuyabilen,
Düşünemediklerinizi  düşündürebilen…şiiri sanki onu anlatıyor diyorlar…

“Hem hepimizden biri idi, hem hepimizden farklı idi diyor bir öğrencisi;
Yıl 1980…Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu…Ders, Gazeteciliğin Temel İlkeleri…Beyaz saçlı bir adam kürsüye doğru yöneliyor ve;
“Adım, Cüneyt Koryürek. Hakkımda bu kadar bilgi yeter…”

Tıpkı dostlarının da dediği gibi; sizce Cüneyt Ağabey iki bin kelimeyle anlatılabilir miydi?