30 Temmuz 2012 Pazartesi

Futboldan Hiç Anlamam!

Bu günlerde bana yöneltilen bir soru var ve çok ilginç;
Soru: “Madem spor yazarısınız, bilin bakalım bu sezon kim şampiyon olur!”
“……….!?”
Şaşmamak elde değil ki!
Cevabım hemen şu oluverir o an:  “İyi hoş da! Ben futboldan hiç anlamam!”

Evet, İtiraf etmeliyim ki ben futboldan hiç anlamam!
Mesela futbolda matematiksel işlem yapamazsınız.
Dört haftayı üç puanla çarpamazsınız!
Futbolda yarınları hesap etmek, fal bakmak gibi bir şey.
Üçle dördü çarparsanız on iki yapar ama…
Futbol matematiğe benzemez nedendir anlamam!

Dediğim gibi itiraf ediyorum; ben futboldan hiç anlamam!
Mesela,takım kurmayı hiç bilmem.
O iş teknik adamların işi diye düşünürüm.
Hatta “hoca şunu oynat, hoca o oynatılır mı?” diyenlere de şaşkınlıkla bakarım.
O dört, dört, üçleri hiç ama hiç anlamam…

İtiraf ediyorum; ben futboldan hiç ama hiç anlamam!
Benim için futbol mizah gibidir, bir oyundur, bir eğlencedir.
Oysa takımı kaybettiğinde sahaya inip oyuncularının gözlerini şişirenleri hiç anlayamam. “Oynayın!” diye nara atıp küfür savuranları anlayamam.
Eğlenmeye gelen insanların neden eğlenemediklerini hiç anlamam.
Tamam, itiraf ettim, ben futboldan hiç anlamam!


29 Temmuz 2012 Pazar

Ben değil, biz olabilmek!


Profesör Doktor Turgay Biçer, Ümit  Milli ve A Milli Futbol takımımızda mentorlük  yapmış ve birçok branşta kulüplere danışmanlık yapmış başarılı bir yazar.
Bu günlerde ona ait,  ‘Sporda Duygu ve Aklın Yönetimi’ ve ‘Doruk Performans’ adlı  kitapları okuyorum.
İçerisinde sporculara yönelik pek çok bilgi içeren kitaplarda takım ruhunu geliştirme stratejilerine ait de çok önemli bilgilere yer verilmiş.
***
Yetenek bir takıma maç kazandırır, ancak takım olabilmek takımı şampiyon yapar diyen; kişiler değil daima takım kazanır diyen Biçer, bakın takım ruhunu geliştirebilme stratejileri konusunda neler öneriyor:
***
Takım arkadaşlarınızı iyi tanıyın.
Onları olduğu gibi kabul edin ve ailenizin bir parçası olduklarını düşünün.
Kimseyi eleştirmeyin.
Yine de onları eleştirmek istiyorsanız samimi olun ve bire bir olmaya özen gösterin.
Takım arkadaşlarınızı cesaretlendirin!
Onları samimi bir şekilde yüreklendirin.
Maç içerisinde olumlu konuşun!
Arkadaşınız maç esnasında hata yapmışsa hatasını siz düzeltin.
***
Samimi ve açık olun!
Samimiyet arkadaşlarınızı kazanmada en önemli adımdır.
Takım arkadaşlarınızın arkasından konuşmayın!
Arkadaşlarınızla bir probleminiz var ise bunu yüz yüze halledin.
Kendi sorumluluklarınızı yerine getirin!
Kendi performansınızdan daima önce siz sorumlusunuz, sorumluluklarınızdan kaçmayın.
***
Bir şeylerden rahatsız oluyorsanız büyümeden çözümleyin!
Olumsuz hareketlerinizi kontrol altına alın!
Olumsuz tavırlar grup içerisinde tüm takımı olumsuz etkiler.
‘Ben’ yerine;  ‘biz’ demeyi öğrenin!
İyi örnek olun!
Sporcu olduğunuzu unutmayın, bir lider gibi davranın.
***
Antrenörünüz, arkadaşlarınız ve rakipleriniz ile iyi ilişkiler kurun.
Yardım etmeyi sevin!
Yenince ve yenilince aşırı davranışlardan uzak durun!
Unutmayın! Rakibiniz yoksa kimseyle yarışamazsınız.
Kibar olun!
Gerçek şampiyonlar sayı tabelalarından çok vicdanlarda kazanan insanlardır.
Sporun içinde veya dışında, hiç fark etmez; mutlaka okumalısınız, öneriyorum!

Yaşamda ve Sporda Doruk Performans


Profesör Doktor Turgay Biçer'in, “Yaşamda ve Sporda Doruk Performans” adlı kitabı başarıya odaklanmış olan sporcuların başucu kitabı gibi.
“Bir yarışı veya maçı bir gün kazandırıp başka bir daha düşük bir performansla kaybettiren şeyin fiziksel antrenmanların dışında faktörler olduğunu fark edince, hemen o nedenleri aramaya başlıyoruz." Kitaba ait ilk cümleler bunlar…
***
Herhangi bir spor dalında başarıya odaklanmış olsanız dahi, birtakım çabalarınızın daha da ötesinde bir şeyler yapmanız gerekebilir. O zamanlarda durup, şöyle bir geride bıraktıklarınıza ve önünüzde yaşayacaklarınıza bakmanız gerekebilir. Bazen sizi “doğru düşünmeye” sevk edecek bir rehbere ihtiyaç duyabilirsiniz. "Yaşamda ve Sporda Doruk Performans" da özellikle sporcular için adeta böyle bir rehber! 
***
Bireysel ya da takım sporlarında, sporcuyu farklı kılan şeylerin o sporcuların zihinsel aktörleri olduğunu kolayca görebiliriz.
Bizi başarıya götürecek olan fiziksel ve teknik birtakım çalışmalar olmazsa olmaz.
Peki ya zihinsel teknikler öğrenilebilir mi?
Cevap çok ümit verici; zihinsel teknikler de öğrenilebilen şeyler!
Elit düzeydeki sporcular, zihinsel becerileri sayesinde düşünce ve duygularını kontrol edebilen, zor anlarda bile soğukkanlılığını koruyan, enerji ve güçlerini tam kapasite kullanabilen bireylerdir.  
Bu sporun sadece sinir, kas ve kemikten oluşmadığının, sporun ruhsal, zihinsel ve bedensel bütün bir faaliyet olduğunun da bir kanıtı aynı zamanda.
***
Gerçek bir şampiyonu diğer sporculardan ayıran en büyük özellik, zorluklar karşısında sergilediği tavır ve davranışlardır. 
İster profesyonel olsun, isterse amatör olsun, standardını yükseltmek isteyen ülke içinde ve uluslararası derecelere ulaşmaya çalışan her sporcu, "doğru düşünmeyi" öğrenmek zorundadır!
Size sadece fiziksel değil, zihinsel antrenmanlarınız konusunda da yardımcı olabilecek, hayatınıza pozitif bir güç katabilecek nitelikte bir başucu kitabı. Mutlaka okuyun derim!

Atletizm ateşi!



Binlerce yıl önce, ilk doğduğu günden bu yana olimpik sporlar çoğu profesyonel sporlardan farklı olarak kazanmaktan daha çok katılmanın daha önemli olduğu sportif etkinliklerdi. Bu yüzden sadece amatörlerin değil, birçok dünya rekortmeni sporcunun da hayali bu oyunlara katılmak olmuş, kazandıkları madalyalara da en az rekorları kadar önem vermişlerdir.

İlk olimpik ideanın doğuşu ise şöyle olmuştu:
Tarih içerisinde Yunan şehir devletleri arasında süregelen savaş sona ermiş, ‘Kutsal Ateşkes’ imzalanmıştı.
Bu büyük barışın onuruna ilk olimpiyatlar düzenlenecekti.
Tüm dünya sporcularına haber salındı!
Sporculardan, sadece silahlarını değil, aynı zamanda tüm fiziksel ve insani zaaflarını, tüm düşmanlık ve anlaşmazlıklarını bırakarak gelmeleri, insanlıklarını yeniden keşfetmeleri istendi.
İnsanlığın en önemli düşünce atılımı sayılan; barışı ve sportmenlik ruhunu simgeleyen Olimpizm felsefesi de böylelikle doğmuş oluyordu...

Yüzyılı aşkın süredir daha yükseğe çekilen çıtalar, saniyenin binde birine sığdırılan yeni öyküler, yepyeni rekortmenlerle insanlık tarihinin sportif bir öyküsüdür Olimpiyatlar. Her sporcu da, ülkesi için bir umut ve bir simge haline gelmiştir.
Olimpiyatlar denince de ilk akla gelen atletizm gelir.

Olimpia’da ilk olarak basit bir koşu ile başlayan ve sporun atası sayılan
Olimpik sporların içerisinde sporseverler için sönmeyen bir ateştir Atletizm.
Sloganı, ‘daha hızlı, daha yüksek ve daha güçlü’ olmuştu yıllar içerisinde.
100 metreden maratona, çekiç atmadan yüksek atlamaya kadar pek çok kategori içeren bu spor, sporseverlerin içinde daima sönmeyen bir ateş olmuştur.
100 yüzyılı aşkın bir süredir var olan ve basit bir koşu ile başlayan atletizm, sporun atasıdır ama gelin görün ki sporsever için altın bir spor sayılan bu spor sporcunun gönlünde hak ettiği yeri alamamıştır!

Atletizm ateşi bir yerlerde her daim yanarken, ne üzücüdür ki başka bir yerlerde kül tutmaya yüz tutmuştur.
Ne duruyorsunuz o halde…
Kalkın ayağa ve koşun!
O ateş, bugün ve yarın bu satırları okuyanın elindedir.
Kimbilir!                                                                                                      

Eşitlik ve Özgürlük Olimpiyatları!


Derbiler ve Yumruklar…
Aynı ülkenin, aynı şehrinde yaşayan iki büyük takım vardı. Bir gün bütün sporseverleri ekrana kilitlemişlerdi. Sporseverler bu günü iple çekmişlerdi.
Fakat o da ne! Futbol mu izleniyordu yoksa boks maçı mı?
Ve top kayıplardaydı! Havada ise yumruklar uçuşuyordu ve saha futbolcuların kanına
boyanmıştı…Herkes şaşkındı!

Yumruklar bir zamanlar “dünyaya eşitlik ve özgürlük getirmek için kullanılmıştı oysa. Ve bütün dünyada adeta zaman durmuştu. Bakınız bir yumruk neler anlatmıştı neler!...

Sene 1968. Olimpiyatlarda, Mexico City'de 200 metre finali koşulmuştu. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz)  kazanmıştı.

Madalya töreni için bekledikleri bir sırada; Carlos, Peter Norman'ın yanına gelerek sordu:
“İnsan haklarına inanıyor musun?”
“Evet, inanıyorum.”
“Tanrıya inanıyor musun?”
“Elbette…”

Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıkladı, Norman tereddütsüz katıldı: “Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!”

İlk defa, o günler için müthiş bir devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika'daki ırk ayrımcılığını ve siyah bedenlerin fakirliğini ve ikinci sınıf vatandaşlığını protesto edeceklerdi...
Fikir Norman'dan geldi ve bir çift siyah deri eldiven buldular, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçirdi; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıktılar. Başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne “İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi'nin”  kokartını iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor. Ve tabii bütün dünya birbirine giriyor. Olimpiyatlar gölgede kalıyor, dünya gazeteleri; yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor... Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika'daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine gelmişti. Smith ve Carlos spor hayatlarını feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdi.

Avustralyalı beyaz Peter Norman ise bir beyazdı ve o günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren  beyaz çok azdı. Peter, Avustralya'ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Avustralya Devleti Norman'ı ölene kadar affetmemişti.

Siyah ve beyaz tenler tek yumruk olmuştu; hayatları pahasına…Biz ise aynı ülkenin iki büyük takımı bütün gözlerin ekrana kilitlendiği bir anda yumruklarımızı birbirimize savuruyoruz.Oysa bakın bir yumruk neler anlatabiliyomuş! Sevgiyle ve bizimle kalın….
  








Altın mücadeleler!


1900 yılında yapılan II. Modern Olimpiyatlar Paris’te, Paris Dünya Fuarının bir parçası olarak gerçekleştirilmişti. Fuar, organizatörlerin elinde tam beş ay gibi uzun bir süreye yayılmıştı ve Olimpiyat Oyunları amacından o kadar sapmıştı ki, birçok sporcu olimpist olduğunu bile anlayamadan ölmüştü.

Paris Olimpiyatlarının en önemli yanlarından biri de, dört yıl önce yapılan Atina Olimpiyatları’na ‘kabul edilmeyen’ bayan sporcuların Paris’te birçok kategoride yerini alması olmuştu. Bayanlar arasındaki ilk karşılaşma ise iki Fransız sporcunun arasında gerçekleşen kroket karşılaşması idi. Paris Olimpiyatlarına 24 ülkeden, 1225 sporcu katılmıştı ve bunlardan sadece 19’u bayan sporcu idi.

Kadın sporcuların olimpik sporların içine yerini alması, o yıllarda 19 kadınla başlayan bir varoluş süreci ile başladı. 1900’lü yıllardan bugüne değin, olimpiyatlarda büyük başarılar sergileyen kadın sporcular oldu. Kadın sporcular, bugün sporun hemen her dalında mücadele veriyorlar ve büyük başarılara imza atıyor.

Tarihin o dönemlerinde Atina Olimpiyatlarında katılamayan ya da yerini alamayan sporcuları kadın ve erkek sporcu olarak kategorize etmek bugünler için asla doğru olmayabilir ancak başarılı kadın sporcuların mücadelesine de ‘altın mücadele’ demek istiyorum.  Sonunda başarı olsun ya da olmasın atılan tek adım dahi altın bir adım, yapılan her mücadele altın mücadeledir bana göre. Değerlidir. Fazlasıyla inanmak ve destek gerektirir. Alınan her başarıyı alkışlamak kadar, atılan her adımı da desteklemek gerekebilir. Sporda başarılı olmak, hayatına yeni bir renk katmak, bedeni kadar zihninin de şekillenmesine katkı sağlamak, yeni çevrelerle var olmak isteyen hemen her sporcu önce alkışı sonra da desteği fazlasıyla hak etmiştir.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Bir peri masalı!



Hatırlayalım...

33. FIBA Kadınlar Avrupa Şampiyonası bir tür ulusa sesleniş gibiydi.

Evet, yanlış anlamadınız bir tür ulusa sesleniş…

Bir tür serzenişti ama tatlı bir serzeniş!

Daima diğer branşların gölgesinde kalan bayan basketbolunun da var olduğunun bir duyurusu!

Ve Türk kadını isterse başaramayacağı hiç bir şey yoktur dediler perilerimiz.



Potanın perileri aldıkları her puanda, yaşadıkları her saniyede bizlere bir şeyler anlattılar.

Gerçek zaferlerin sahalarda kazanıldığını…

Gerçek mücadelenin, ümidinizi kaybetmemek olduğunu…

Toz, ter, kan içinde kalsanız dahi yılmamak olduğunu…

Kendinizi adamış olduğunuz işi aşkla yapabileceğinizi anlattılar adeta!



Bayan Basketbol Milli takımımız aldıkları her puanda hepimize bir çığlık oldular.

Perilerimiz bildiğimiz periler gibi kanatlandılar uçtular.

Aldıkları her puanda bir martı misali kanatları denizin sularına dokundu ve tekrar gökyüzüne doğru süzüldüler.

Üzerlerine giydikleri ay yıldızlı bayrağı aldılar ve göklere çıkardılar.

Bayrak gibi dalgalandılar.



Bu peri masalının içinde bir de beyaz atlı bir prensi vardı!

O, adını Botaşsporla duyuran bir yıldızdı!

Adı, Ceyhun Yıldızoğlu.

O da hayatını oyuncularına ve Türk basketboluna adadı.

Bir basketbol ordusu hayal etti ve bu rüya gerçek bir destan oldu.

Ve “başarı sadece oyuncuları ikna etmek ve inandırmak değildir, bütün insanları; oyuncuları, yöneticileri ve seyircileri, hatta basını hatta dünyayı inandırmaktır dedi!



Kadınlar Avrupa Şampiyonasının her saniyesi ulusa sesleniş gibiydi!

Gerçek zaferler nasıl kazanılır, onu öğrettiler bizlere periler…

Ve gerçek bir peri masalı izledik!..

Dileriz bu başarının çok daha fazlasını izleriz Londra Olimpiyatlarında...

Periler yine kanat takarlar ve uçarlar!

Hiç şüphemiz olmasın!

27 Temmuz 2012 Cuma

Engelsizsiniz!


“…ve hayatımı siyah beyaz anlatmaya başlıyorum.” diyerek başlayan satırları kaleme alan Ersin Ata, “Engelsizsiniz” adlı kitabın yazarı.
Onun siyah beyaz tanımlamasının içinde çok renkli bir kişilik var.
Kendi hayatından kesitler sunduğu “Engelsizsiniz” hem onun için, hem de okurları için çok farklı anlamlar barındırıyor aslında.
Yedi aylık bir bebek olarak, güzel bir Mayıs baharında doğan Ersin, bana göre ailesine verilen bir hediye olmalı.
“Normal bir bebek olmadığımı doğduğumda anlamışlar…” dese de onun hayata bakış açısı tek düzelikten çok daha öte, hatta engelsiz…
“Ben kendime engelli, özürlü denmesinden hoşlanmıyorum ama özürlü denmesindense engelli demesini tercih ederim…” diyor daha ilk satırlarında.
İnsanın kalbine bir ışık doğuyor bu satırları okurken, şunu da hissediyorsunuz; o sadece kendi adına değil diğer tüm arkadaşları adına da bu dilekte bulunuyor.
Oysa, dediğim gibi zaten o kadar yaşama sevinci ile dolu bir hayat ki, siz kendi engellerinizle çarpışıyorsunuz okurken.
Siyah beyaz renkleri çok sevmiş Ersin Ata.
Hayatına bambaşka bir renk katmış siyah beyaz renkler.
Hayatının en güzel günü, doğum gününde aldığı şampiyonluk diyecek kadar özdeş tuttuğu takımla. Camianın sevgilisi olacak kadar hatta.
Beşiktaş sevgisi onu bambaşka bir insan yapmış inanılan.
Yaşama bağlılığı, uçsuz bucaksız olan Ersin Ata bu yönüyle de haklı bir şöhretin sahibi olmuş yıllar içerisinde.
Ona el verenlerin sayısı gün geçtikçe artmış.
İçinde dolu dolu insan sevgisi barındıran Ersin Ata derin mesajlar da veriyor.
“Hadi deşelim yüreğimizin derinliklerini, önce beynimizdeki engelleri yıkalım!” diyebilecek kadar da coşkulu mesela.
Doğduğu günlerde, Ersin bebeğe “Serebral Palsi” teşhisi konulsa da o, hem kendisi, hem ailesi, hem de arkadaşları adına, Engelsizsiniz’i yazarak bitmeyen bir umut ışığı olmuş. Ersin Ata gibi engel tanımayanlar ya da engelleri fırsata çevirenler her daim alkışlanmalı diyorum.


Londra Olimpiyat'larının Sultanları!


Londra Olimpiyat Oyunları’na heyecan dolu geri sayım başladı.
İlklerin yaşandığı, renkli bir organizasyon olacak ülkemiz adına.
Nedeni, olimpiyat tarihimizin en yüksek rakamlarına ulaşıldı ve 66’sı kadın olmak üzere toplam 114 sporcu ile katılım sağlandı.
Beş ayrı branş ilk kez temsil edilecek ve bu ilklerin hepsi de kadın sporculara ait.
***
Hepsinin de yolları Londra Olimpiyatları’nda keşişti.
Hikâyeleri belki benzer, belki de her birinin hiç benzeri olmayan bambaşka hikâyeleri var.
Londra’da ay yıldızlı formayı gururla taşıyacaklar, en önemlisi de bu.
Her daim, bir ilk olmanın gururunu yaşacakları da kesin!
‘Türkiye tarihinde ilk kez…’ diye başlanacak onların adları anılırken her defasında.
Göksu Üçtaş, Nihan Kantarcı, Betül Löklüoğlu, Elif Yeşilırmak ve Neslihan Yiğit.
Kendi branşlarında, Türkiye tarihinde ilk kez olimpiyatlara katılan isimler.
Hepsi de kendi dallarında başarılı kadın sporcularımız.
***
Okculuk dalında ülkemizi ilk kez temsil edecek olan sporcumuz, Betül Löklüoğlu.
Akdeniz Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği mezunu.
Atıcılıkta ilk kez olimpiyat vizesi alan sporcumuz ise Nihan Kantarcı.
Bursa'da poligon olmadığı için, haftanın dört günü İstanbul'da çalışarak bu başarıyı yakalamış.
Elif Jale Yeşilırmak, güreşte kadın sporcu olarak ilk kez katılan bir isim.
12 erkek güreşçinin içinde tek kadın sporcu olma ayrıcalığı da var.
Neslihan Yiğit, olimpiyatlara katılacak ilk Türk badmintoncu.
Son dönemde elde ettiği başarılarla büyük çıkış yakalayan başarılı bir sporcumuz.
Jimnastik’de de yine bir ilkimiz var. Adı, Göksu Üçtaş.
***
İlklerin yanında bir sporcumuz daha var.
O, ülkemizde atletizmin sembol ismi sayılan Nevin Yanıt.
Kadın Voleybol Milli takımız da olimpiyatlara giden ilk takım olma başarısını yakaladı.
Olimpiyatlara ilk giden sadece onlar değil tabi…
Bir de, ‘12 Dev Kadın’ var ki; olimpiyat oyunlarına gitme hakkını rakiplerini ezici skorlarla toz duman ederek kazandılar.
Ne diyelim, bu mücadeleler hepimizi onurlandırıyor ve ilham veriyor.
Dileğimiz odur ki; ilklerle başlıyoruz, rekorlarla başlıyoruz, rekorlarla bitsin.
Tüm başarıları hep birlikte, ayakta alkışlayalım.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Pozitif Futbol


 Pozitif futbol

Lig hazırlıkları son aşamada. Yeni futbol sezonu başlıyor. Heyecan kapıda…

Bu sezon heyecanın ve coşkunun tam anlamıyla yaşandığı, yeni yıldızların doğduğu, futbolun güzelliklerinin sergilenebildiği, sahalarda pozitif futbolun hakim olduğu bir futbol sezonu olur umarım.

Pozitif futbol, futbol adamlarının sık tekrarladığı bir kavram. Pozitif futbolun tanımını tam anlamıyla yapamadığımdan, ‘nedir pozitif futbol?’ bu işin ustalarına da bir soralım dedim:

Pozitif futbol; göze hoş gelen, daha çok pas, daha çok pozisyon, sahada futbol zenginliğinin tam anlamıyla yaşandığı, tribünde seyir zevkinin zirve yaptığı bir futbol anlayışıdır.Futbolun meyvesi goldür. Taraftarın sahadan mutlu bir şekilde ayrılması da işin ayrı bir enstantanesi…diyor Hayri Ülgen, nam_ı diğer Hayri Baba

Pozitif futbol; golün, seyir zevki yaşatarak, oyun içerisinde şekillendiği, kreatif bir seyir zevki sunan futbol anlayışıdır bence. Futbola her yönden farklı bir bakış açısı. Estetik futbol anlayışı da denebilir diyor spiker Emre Tilev.

Pozitif futbol, çağdaş futbol anlayışı olsa gerek. Özel yeteneklerin keşfedildiği, anlık pozisyonların doğduğu, sahada ve tribünde  heyecanın ve coşkunun inanılmaz bir hal aldığı futbol anlayışı diyor Teknik Direktör Reşit Güner.

Zira ekşi sözlükte ki tanımıyla;

“-Abi gol yedik.
-Önemli değil atarız.
-Abi ikinciyi de yedik!
-Gerekirse iki tane atarız.
-Abi yenildik!
-Olaya bir de pozitif tarafından bak, fark da yiyebilirdik.
-Haklisin abi!” şeklinde bir bakış açısı değil pozitif futbol…

Dünya kupasında en çok öne çıkan terimlerden biriydi pozitif futbol. Zeka dolu çalımlar, sert voleler, topa hakimiyetin fark yarattığı, temiz ahlakın hakim olduğu bir anlayış diyor bir başka tanım…Futbolun içinde  var olan  özel bir kavramı da heyecanla öğreniyorum. Futbol romantiklerini çıldırtan bu terim, şiir gibi bir futbol anlayışını ifade ediyor.

Sözün özü: önce skor değil, önce pozitif futbol!

Kendinizle Randevulaşın!



Sizce de sabah koşuları hayatınızı değiştirebilir mi?

Sabah koşuları sadece bir egzersiz midir?

Esasında bu zaman dilimi; gününüzün belki de en keyifli süreleri…

Düşüncelerinizin kapkara seller gibi akıp gittiği anlar…

Kendinizle randevulaştığınız eşsiz bir an…

Hayatınız boyunca biriken bazı atıklardan temizlendiğiniz anlar…

Hafiflediğiniz, zihninizin size derin mesajlar gönderdiği ender saatler

***

Bütün bunları Stefano  D’ Anna söylüyor.

Bu yazı benim için Stefano’nun gözleriyle hayata baktığım bir yazı.

Sadece sporseverlerin değil, hayatı sorgulamaktan vazgeçmeyenlerin mutlaka tanışması gereken kitabının adı: “Tanrılar Okulu.”

Yazarın yarattığı kahramanın adı ise; Dreamer.

Düşleri akıl sınırlarının üstüne çıkaran, duyguları bilinmeyen derinliklere yuvarlayan, özgür olabilmek için sizi çağıran bir Dreamar.

***

Bildiğimiz ve yaşadığımız hayattan daha gizemli bambaşka bir hayat olduğuna inanalar; D’ Anna’ nın en sık tekrarladığı mesajlar şöyle:

Yaşadığımız gezegeni yok etmekle tehdit eden, AİDS ya da Kanser değil;

insanların düşünce sistemidir.

Çölde yaşamanın ilk kuralı, beraberinde az şey taşımaktır.

En büyük iyileşme; kendi özünüzde yaptığınız iyileşmedir.

Hayatınızdaki olayları değiştiremezsiniz, ancak onları göğüsleme biçiminizi değiştirebilirsiniz.

***

Bedeniniz bir savaş alanıdır.

En büyük zafer; kendinizi yenmektir.

Düşüncenizin kalitesi kaderinizi belirler.

Hissediş biçiminizi değiştirebilirsiniz.

Başkalarına aşılmaz görünen sıradağlar, sizin için bir tümsekten farksız olabilir.

Gerçek dediğiniz şey, sizin düşlerinizin ya da kabuslarınızın aynaya yansıyan maddedir.

Bu kitap bir harita; bir kaçış planı.

Hayatın dayattığı kurgusundan kaçanlar için bir yol!

***



Bu günlerde kendinize özel bir şeyler yapın:

Kendinizle randevulaşın!

Sabahın erken saatlerinde, ama sadece koşmayın!

Hayatınıza yeni bir akış kazandırmak için:

Bedeninizde savaşı kazanacaksanız, masayı zihninize kurun.

Nedeni; orası sizin gerçek karargahınız!




14 Temmuz 2012 Cumartesi

Seçilmiş yalnızlık yalnızlık değildir !


Seçilmiş yalnızlık, yalnızlık değildir diyor Kaleci Antrenörü Haluk Kaplan. O Silifke doğumlu, Silifkespor’da futbola başlamış, kendisini mesleğine adamış ve ‘Bir Numara Olmak’ adlı kitabı ile adeta kaleciliğin kitabını yazmış. Kaplan,  Louis Van Gaal gibi birçok isimle de çalışma şansını yakalamış. Kaleciliğin teknik, takdik, psikolojik ve felsefi değerlerini araştırmaya, yazmaya, çizmeye gönül vermiş. Bakınız kalecilerin yalnızlığı üzerine nelere değinmiş:      



Bir futbol maçı oynanırken oyuncuların bazen topun, bazen rakip oyuncunun peşinden bir yerlere koştuğunu görürsünüz. Gol olur birlikte sevinirler, hakem kararını beğenmezler birlikte itiraz ederler. Fakat forma rengi farklı bir oyuncu vardır ki onu bu etkinliklerin içinde görmeniz pek mümkün olmaz. İşte o kalecidir. Alışılagelmiş tabirle “yalnız adam”.

    Kalecinin ceza sahası içerisinde görev yapma zarureti ona “yalnız adam” görüntüsü vermektedir. Peki,nedir yalnızlık? 

Bilindiği gibi yalnızlık bir duygu durumudur. Muhtaçlık, terkedilmişlik, umutsuzluk, güvensizlik gibi duyguları içinde barındırır. Bu duygularla yüklü bir insanda kendisini olduğu yere layık görmeme düşüncesi hâkimdir.

     Öyleyse, Picasso tablosunu yaparken, Rodin heykelini yontarken, Edison ampulü bulmak için çaba harcarken bu insanlar yalnız, çaresiz, terkedilmiş ve umutsuz mu idiler? Tabi ki hayır..

Onlar sadece kabiliyetli oldukları konuda üretken olabilmek adına “tek başına” olmayı seçmişlerdi.

     Ünlü futbolcu Maradona çok sayıda oyuncuyu çalımlayarak gol atarken yalnızlığın çöküntüsü içerisinde miydi? Elbette değildi.. O da “tek başına” takımına gol kazandırabilmenin konsantrasyonu ve coşkusu içerisindeydi.

     Ceza sahası içerisinde topu elle tutabilme özgürlüğü olan kaleci, bu görevi “tek başına” yapmak zorundadır. Burada bir üretkenlik, mutluluk ve başarının olması kaleciyi yalnız adamlığın dışına itmektedir.

     Kalecinin yalnız adam olduğu durumlar da vardır elbette. Maça çıkmadan önce hata yapma korkusu ile doluysa, yeteneklerinden ve yapabileceklerinden şüphe duyuyorsa, kendisinin gerçekten o takımın kalesinde görev yapmaya değer olup olmadığı konusunda tereddüt yaşıyorsa yalnızdır. Maç esnasında takım arkadaşlarını yönlendirme adına iletişim halinde değilse yalnızdır. Hele bir de hata yapıp gol yedikten sonra hatasını kabullenip dimdik ayakta durarak maça kaldığı yerden devam edemiyorsa gerçekten yalnızdır. Maç sonrasındaki eleştirilere göğüs geremeyip güven kaybına uğruyorsa ve bunu takımına hissettiriyorsa işte o zaman yapayalnızdır..

Çünkü o kalede bir başkası görev alacaktır.

     Kaleci kişisel yeteneklerini bilgi birikimi ile birleştirerek, özgüven içerisinde, olumsuzluklardan yılmadan yükümlü olduğu görevi yerine getirebilmelidir.

     Unutulmamalıdır ki, ceza sahası içerisinde topa elle temas edebilme ayrıcalığı sadece kaleciye verilmiştir. Bu durum onu daha sorumlu hale getirmekte ve aynı zamanda özel bir insan yapmaktadır. Bu bilinçle, görevini “tek başına” yapmak mecburiyetindedir.

    Seçim kalecinin.. Ya yalnızlığın kederini seçecek ya da “tek başına” başarabilmenin gururunu…

     Sunay Akın’ın “yalnızlık” şiirinde dediği gibi:

Şemsiye yapımcıları

Islanmaktan

Tek kişiyi koruyacak genişlikte

Kesince kumaşları

Yağmur değil

Yalnızlıktır yağan…"

     

    




12 Temmuz 2012 Perşembe

Futbolun Arka Bahçesi



Kitap reyonlarının en az ziyaret edilen bölümleri tahmin ediyorum spor üzerine yazılan kitaplarının bulunduğu bölümleridir. Belki de bu yüzden olsa gerek o bölümlerde boy gösteren kitap sayısı ezbere sayılacak kadar azdır.
“En çok satan kitaplar yemek kitaplarıdır. İkinci sırada ise diyet kitapları yer almaktadır.” diyen And Rooney’in doğru söylüyor olduğuna da inanmak istemiyorum.
Bir zamanlar Adana Demirspor’un da kalesinde görev almış, 21 yıllık futbol yaşantısında A Milli takıma kadar her kademede oynamış olan Fatih Uraz’ın futbol üzerine yazdığı kitabı elime geçiyor. Kitabın adı, ‘Futbolun Arka Bahçesi.’
Yaşadığı birbirinden güzel, bir o kadar da ilginç anıları kaleme almış.
Okurken siz de yaşıyorsunuz; bazen gülüyorsunuz, bazen de kitabı kapatıp bir süre düşünmeye çekiliyorsunuz.
O anılardan biri de şöyle:
Beşiktaş ile Almanya kamplarından birindeyiz. Maç günleri dışında iki idman yapıyoruz ve bunun içinde yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeki bir sahayı kullanıyoruz. Saha güzel, hava güzel, sakat oyuncumuz da yok.
Bir sabah idmanı bitirerek otele doğru yürürken bir de ne görelim.
Dört tane inek sanki itina ile yan yana dizilmişler büyük bir intizam içinde otluyorlar.
Toshack da o sene defansı dörtlü oynatmayı planlıyor.
Gayri ihtiyari kendini tutamayarak;
‘Bakın işte Beşiktaş’ın defansı; Alpay, Erkan, Rahim, Serdar!’ demez mi?
Ertesi gün gazetelerde çıkan haberler şöyle idi:
‘Toshack oyuncularına inek dedi!’
Futbolun eğlenceli bir yanı vardır. Hatta kimi anılar dilden dile dolaşır ve anlatanı da dinleyeni de şaşkınlık içerisinde bırakır, akla hayale gelmez ve fıkra tadındadır.
Uraz’ın kitabı bir yandan futbolun içinde yaşanan gerçekleri en yalın ve en çarpıcı haliyle anlatırken, diğer yandan o futbolun ne derece eğlenceli bir oyun olduğuna da dikkat çekiyor. Futbolun içinde yaşanan sorunlara da özellikle dikkat çekiyor hatta anılarında bu yaşananları tüm çıplaklığı ile göz önüne seriyor. Eğlendiriyor ve düşündürüyor. Söyleşilerimizde futbolun içinde yer almış birçok futbol adamının yaşadıklarını paylaşırken, bu yaşananları –mutlaka- kaleme almalarını istemişimdir. Fatih Uraz kitabında bunu fazlasıyla başarmış.