30 Nisan 2012 Pazartesi

Biraz ibret almak lazım!

O kadar benzettik ki futbolu da kendimize…
Futbol mu bize, biz mi futbola benziyoruz anlayamadım!
Futbolla yattık, futbolla kalktık!
Futbolla güldük, futbolla ağladık!
En nihayet; futbol bize, biz futbola benzedik!

Futbolumuz da tıpkı binalarımıza benziyor!
En ufak bir sarsıntıda bile çöküveriyoruz!
Çözüm ise hep aynı; temele bir bakmak lazım!

Futbolumuz da tıpkı yollarımıza benziyor!
En ufak kazalarda bile kan kaybediyoruz.
Çözüm ise yine aynı; biraz daha dikkat lazım!

Futbolumuz da bize benziyor!
Muhalefet çok ama çözüm yok.
Çözüm ise aynı; biraz da icraat lazım!

Futbolumuz da  tıpkı ruhsal durumumuza benziyor!
En ufak sorunumuzda dağılıveriyoruz.
Çözüm yine aynı; güçlü olmak lazım!

Futbolumuz da tıpkı hava durumumuza benziyor!
Dört mevsimi birden yaşıyoruz.
Çözüm ise aynı; hazırlıklı olmak lazım!

Futbolumuz da tıpkı tarihimize benziyor!
Tarihimiz tekerrürden ibaret.
Çözüm yine aynı;  biraz ibret almak lazım!


29 Nisan 2012 Pazar

Kızkalesi’nden Kızkule’sine Bisiklet !



Olimpik bir spor branşı olan bisiklet sporu, ilk olarak 19. Yüzyıl başlarında patlama yapmıştı. Olimpiyat spor programına alındıktan sonra ilk yol yarışı 1896 yılında Atina Olimpiyatları’nda maraton parkurunda gerçekleşti. Olimpiyat oyunlarında bisiklet yarışları; yol, pist ve dağ yarışmaları olarak ayrılırlar.

Bisiklet sporunu güzel kılan pek çok neden sayılabilir. Bir spor aktivitesi olmasının yanında izleyicisini de eğlendiren ve merak uyandıran bir spor dalıdır.  Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’ndan tutun da, içinde bisiklet olan her organizasyonun ilgiliyle takip eden çok sayı da sporseverleri var. Bu organizasyonların verdikleri mesajlara da bakılırsa bisiklet salt bir spor olarak görmek istemiyorum. Özellikle dağ ve yol yarışlarında gördüğümüz manzaralar oldukça büyüleyici. Sporcu, bisiklet ve doğa bazen tek bir kare de bütünleşebiliyor. Bu bütünleşme ise olağanüstü görsellere sahne olabiliyor. Her karede de farklı bir mesaj. Bu mesaj; bazen yaşama sevinci, bazen doğal güzellikler, bazen tarihi güzellikler olarak algılayabildiğim güzel düşünceler ve bu düşüncelerin oluşturduğu hisler arasında…

Bugünlerde, yapılan organizasyonların dışında hayallerde de gezinen -henüz hayal sayılabilecek- bir proje var. Kızkalesi’nden, Kızkulesi’ne Bisiklet Yarışları. Neden olmasın! Kızkalesi denizin ortasında yükselen bir tarih. Kumların, denizin ve kalenin eşsiz buluşması. Kızkalesi’nin dillere destan hikâyesi ile Kızkulesi’nin hikâyesi de hemen hemen aynıdır. Bu iki tarihi bisiklet sporu buluşturabilir.

Kızkalesi- Silifke- Mut- Karaman- Konya- Şereflikoçhisar- Gölbaşı- Ankara- Bolu- Sakarya İzmit- İstanbul ve Kızkulesi arasındaki manzara sporseverler için görülmeye ve yaşanmaya değer olacaktır.  Ne dersiniz bisiklet sporu Kızkalesi’nden Kızkulesi’ne gizemli, bir o kadar da can alıcı bir köprü kurmayı başarabilir mi? İstenirse, neden olmasın!

Teşekkürler Türkiye Kupası!


Küçük Rıdvan gün ağarmadan uyanmıştı.

Rüyasını gerçekleştirmek için düştü yola.

Yürüyerek de gidebilirdi Arena’ya.

Biliyordu. Yürümekten yorgun düşecekti ama olsun!

Elinde bileti yoktu ama hedefi Arena’ya girebilmekti. Ve bir mucize sonunda girdi de!

***

İçi içine sığmıyordu. Daha önce televizyonlarda gördüğü o dev stadın içindeydi.

Bütün yüzler ve gözler ışıl ışıldı.

İşte o Volkan olmalıydı, o Emre’ydi, o Selçuk…İşte o Alex!

Gözünden süzülen yaşları belli etmedi bile...

Rüyada mıyım diye düşündü birden, eğer rüyaysa uyanmak istemedi.

***

Daha önce bu kadar çok insanı, bu kadar çok sarıyı laciverti, bu kadar çok bordo ve maviyi bir arada görmemişti. Sağ yanındaki abla nereden gelmişti acaba? Ya şu sol tarafındaki  amca İstanbul'dan mı gelmişti? Şu kalabalık grup Trabzonluydu kesin.
Sevinçli ve ışıl ışıl gözlerle  baktı yanındaki amcalara.

O an orada olmanın tadını çıkardı.

***

Bayramlarda böyle olsaydı diye düşündü.

Bütün insanlar bu meydanda toplansalardı.

Yoksa o güvenlik görevlisi kendisine mi bakıyordu?

Ya biletini görmek isterlerse!

Kapıdaki polis amcanın ona;

“ Hadi koçum, dışarıda kalma sen de gir!” dediğini söyleseydi yine de onun Türkiye Kupasını izlemesine izin verirler miydi?

***

O gün onun günüydü; ilk kez bir maçı canlı izlemişti, televizyonda gördüğü futbolcuları ilk kez uzaktanda olsa canlı canlı görmüştü.

An ve an heyecan yaşadığı için sevinç gözyaşları içerisinde teşekkür edecek birilerini aradı: Teşekkürler Polis amca!
Teşekkürler... Teşekkürler...Teşekkürler...dedi hiç durmaksızın içinden... 

Bir fair play hikayesi !


1956 yılında Şanlıurfa topraklarında bir çocuk dünyaya gelmişti.

Zorlu yıllardı o yıllar…Her şeye rağmen onun da mutluluğu haftada bir kez eve yırtılmış bir ayakkabı ve çamurlu bir el yüz içinde gelmekti.

Zordu ama hayat eğlenceliydi, onun futbol sevgisi toz, toprak,  çamur dinlemezdi.

Annesi ve babası kesinlikle futbol oynamasını istemeyince ağabeyi Osman Ülgen ellerinden tuttu ve onu adeta İstanbul’a kaçırdı.

O günlerde hayatında neler yaşayacağını hayal dahi edememişti.

***

İstanbulspor’da başlayan seçmelerden sonra Beşiktaş’ın alt yapısında futbol hayatı başlıyordu.

Derken 29 yıllık futbol hayatında 21 kez milli oldu.

Dört kez gol kralı oldu.

İki sezon boyunca sarı kart görmediği için, iki kez fair play ödülü aldığı gibi bir de, eline değen topa gol kararı veren hakeme dönüp:  “bu golü sayamazsınız, top elime değdi!”  dedi ve dürüstlüğüyle bir kez daha ilgi odağı oluyordu.

***

“Eski günlerde forma aşkıyla, gururla oynardık. Şu günlerde dünyanın en çok kazandıran mesleği bu meslek oldu ya:

‘Futbol nedir?’ deseniz, size şöyle cevap verirler:

“Para para para!” İllaki Napolyon olmaya da gerek yok!

O günlerde para yoktu ama, alın teri vardı.

Toprakta, tozda, çamurda oynardık. Şimdi çim ya da halı saha var.

Neden futbolda yetenekli oyuncumuz yok deniyor ya!

Bu mesleğe gönül verenlere diyeceğim şudur:

Çalışın, çalışın, çalışın!”

***

Onu tanıyanlar bilirler ki:

O sadece yılların eskitemediği bir futbol adamı değil, aynı zamanda bu camia için bir gönül adamı,  bir sevgi insanıdır.

Hep, daha iyiye, daha güzele demesinin, hayata güzel bakmasının sebebi

nedir sormadık bile:

Nedeni; güzel Urfa’nın, güzel insanı olmasındandır.

Bir fair play hikayesinin baş kahramanıdır Hayri Ülgen...


28 Nisan 2012 Cumartesi

Pozitif Futbol!


Pozitif futbol, futbol adamlarının sık tekrarladığı bir kavram. Pozitif futbolun tanımını tam anlamıyla yapamadığımdan, ‘nedir pozitif futbol?’ bu işin ustalarına da bir soralım dedim:

Pozitif futbol; göze hoş gelen, daha çok pas, daha çok pozisyon, sahada futbol zenginliğinin tam anlamıyla yaşandığı, tribünde seyir zevkinin zirve yaptığı bir futbol anlayışıdır.Futbolun meyvesi goldür. Taraftarın sahadan mutlu bir şekilde ayrılması da işin ayrı bir enstantanesi…diyor Hayri Ülgen, nam-ı diğer Hayri Baba

Pozitif futbol; golün, seyir zevki yaşatarak, oyun içerisinde şekillendiği, kreatif bir seyir zevki sunan futbol anlayışıdır bence. Futbola her yönden farklı bir bakış açısı. Estetik futbol anlayışı da denebilir diyor spiker Emre Tilev.

Pozitif futbol, çağdaş futbol anlayışı olsa gerek. Özel yeteneklerin keşfedildiği, anlık pozisyonların doğduğu, sahada ve tribünde  heyecanın ve coşkunun inanılmaz bir hal aldığı futbol anlayışı diyor Teknik Direktör Reşit Güner.

Zira ekşi sözlükte ki tanımıyla;

“-Abi gol yedik.
-Önemli değil atarız.
-Abi ikinciyi de yedik!
-Gerekirse iki tane atarız.
-Abi yenildik!
-Olaya bir de pozitif tarafından bak, fark da yiyebilirdik.
-Haklisin abi!” şeklinde bir bakış açısı değil pozitif futbol…

Futbolda en çok öne çıkması gereken terimlerden biri pozitif futbol. Zeka dolu çalımlar, sert voleler, topa hakimiyetin fark yarattığı, temiz ahlakın hakim olduğu bir anlayış diyor bir başka tanım…Futbolun içinde  var olan  özel bir kavramı da heyecanla öğreniyorum.
Futbol romantiklerini çıldırtan bu terim, şiir gibi bir futbol anlayışını ifade ediyor.

Sözün özü: önce skor değil, önce pozitif futbol!

18 Nisan 2012 Çarşamba

Basketbol mevsimlerden bahar!



Son günlerde basketbolda güzel şeyler oluyor farkında mısınız?

Kimse bilsin ya da bilmesin güneyde hayat, basketbol için bir yaşam tarzı olabilecek kadar güzel!

Basketbol mevsimlerden bahar kadar güzel ve coşkulu bir spor aslında.

Prof. Dr. Turgay “ Sporda Duygu ve Aklın Yönetimi” adlı kitabında bakın basketbol ve basketbol sevgisi adına neler yazmış…



“Çocuklar basketbol sahalarına neden gelir dersiniz?

Çocukların yaşı ne olursa olsun onları basketbola çeken en önemli unsur oyun oynama isteği.

Onlar oyun oynarken amaçları bir yıldız olmaktan çok daha ötesi.

Sadece oynamak için…

Çünkü oyun oynamak onların en doğal hakkı.

Sona bir bakmışsınız ki o çocuklar yetişkin birer insan olmuş.

Bu süreçte hayatı şenlendiren basketbol çoğu zaman onun hayatını renklendirmiş.

Peki, gerçekten de çocuklar basketbol sahalarına neden gelir dersiniz?

Hayal gücünüzü biraz zorlayın isterseniz!

Onları basketbola çeken şey nedir?

Bir çok nedeni vardır ama…

Aslında çocuklar basketbol çok ama çok güzel bir oyun olduğu için gelirler salona.



Basketbol demişken…

Basketbolda gelişmişlik ölçüsü nedir diye sık sık düşünürüm!

Örneğin ulusal takımların başarısı diyebilir miyiz?

Güçlü bir lig?

Oyuncu ya da kulüp sayısının sayısı?

Hiçbiri tek başına yetmez aslında.

Önce bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var bana göre.

Kaynaklarımızın doğru saptanması, hedefe yönelik çabalarımızın eyleme dönüştürülebilmesi…

Baskebolda başta sorduğum sorunun cevabı ise;

‘Basketbolun yaygınlaşarak bir yaşam biçimine dönüştürülmesi olmalı!’



Basketbol ne zaman popüler bir spor olacak?

Ne zaman basketbol programları televizyonlarda yer alacak ve uzmanlar bu konuda tartışmalara girecek?

Ya da, ne zaman sporcularımızın ismi tüm ülkede ve uluslar arası arenalarda bir kahraman olarak anılacak?

Ne zaman basketbol üzerine yazılan kitaplar en çok satanlar listesine girecek?

İşte o zaman!”



Hayatlarında  başarıya ve daha fazla bilgiye yer vermek isteyenler, yazarın “Yaşamda ve Sporda Doruk Performans” ve  “Sporda Duygu ve Aklın Yönetimi” adlı bu kitaplarını mutlaka okusunlar derim. Benden söylemesi…

16 Nisan 2012 Pazartesi

Bir peri masalı!






33. FIBA Kadınlar Avrupa Şampiyonası bir tür ulusa sesleniş gibiydi.

Evet, yanlış anlamadınız bir tür ulusa sesleniş…

Bir tür serzenişti ama tatlı bir serzeniş!

Daima diğer branşların gölgesinde kalan bayan basketbolunun da var olduğunun bir duyurusu!

Ve Türk kadını isterse başaramayacağı hiç bir şey yoktur dediler perilerimiz.

***

Potanın perileri aldıkları her puanda, yaşadıkları her saniyede bizlere bir şeyler anlattılar.

Gerçek zaferlerin sahalarda kazanıldığını…

Gerçek mücadelenin, ümidinizi kaybetmemek olduğunu…

Toz, ter, kan içinde kalsanız dahi yılmamak olduğunu…

Kendinizi adamış olduğunuz işi aşkla yapabileceğinizi anlattılar adeta!

***

Bayan Basketbol Milli takımımız aldıkları her puanda hepimize bir çığlık oldular.

Perilerimiz bildiğimiz periler gibi kanatlandılar uçtular.

Aldıkları her puanda bir martı misali kanatları denizin sularına dokundu ve tekrar gökyüzüne doğru süzüldüler.

Üzerlerine giydikleri ay yıldızlı bayrağı aldılar ve göklere çıkardılar.

Bayrak gibi dalgalandılar.

***

Bu peri masalının içinde bir de beyaz atlı bir prensi vardı!

O, adını Botaşsporla duyuran bir yıldızdı!

Adı, Ceyhun Yıldızoğlu.

O da hayatını oyuncularına ve Türk basketboluna adadı.

Bir basketbol ordusu hayal etti ve bu rüya gerçek bir destan oldu.

Ve “başarı sadece oyuncuları ikna etmek ve inandırmak değildir, bütün insanları; oyuncuları, yöneticileri ve seyircileri, hatta basını hatta dünyayı inandırmaktır dedi!

***

Kadınlar Avrupa Şampiyonasının her saniyesi ulusa sesleniş gibiydi!

Gerçek zaferler nasıl kazanılır, onu öğrettiler bizlere periler…

Ve gerçek bir peri masalı izledik!..






14 Nisan 2012 Cumartesi

Gözden Dile Köprü Kuruyoruz!




Engelli çocukları hayatla buluşturmanın özel bir anlamı var bana göre.

Buluşma noktası ne olursa olsun.

Eline ya da ayağına bir top alarak koşan ya da…

Tekerlekli sandalyesi ile parkelerde paylaşmayı öğrenen ile…

Eline bir fotoğraf makinesi almış engelli bir çocuğun ortak pek çok yönü var.

Gülümsemeyi, paylaşmayı; gülümsetmesini, paylaşmasını öğretmeyi kutsal sayıyorum.

***

Görme engelliler bisiklet sporu yapmışlardı.

Bu sayfalarda onu paylaşmıştık.

Gözleri ile değil, kulakları ile görmüşlerdi bisikleti, pedalı, rüzgârı.

Görmeyen gözlerin ifadeleri de şöyle idi:

“Pedal sesleri bana huzur veriyor; bisiklet sporu sayesinde bazen bir ırmak kenarı olabiliyor, bazen bir dağa da tırmanabiliyoruz, bazen güzel çiçek kokuları, ağaçların yapraklarından gelen o güzel kokuları…

Hissedebiliyoruz artık!

Sınır yok artık, bisiklet sayesinde dünyamız genişledi, ufkumuz açıldı ve önümüzde hiçbir engel kalmadı.

Anlıyoruz ki bizim verdiğimiz bir güçle rüzgâr ortaya çıkıyor, rüzgârı biz yapıyoruz, bizim de bir rüzgârımız var!”

***

Bu günlerde buna benzer bir çalışma var.

Türkiye Ulusal Ajans tarafından desteklenen, Mersin Akdeniz Kaymakamlığı Proje Ofisi tarafından hazırlanan ve Yunus Emre İşitme Engelliler İlköğretim Okulunda okuyan işitme ve konuşma engelli 10 öğrenci, fotoğraf çekme dersleri alıyorlar.

İşitme engelli çocuklara bir fotoğraf makinesi veriliyor.

Doğayı, tarihi ve sporu fotoğraflamaları isteniyor.

Projenin adı: “Gözden Dile Köprü Kuruyoruz.”

Konuşamayan ve duyamayan çocukların gözleri dile geliyor.

Bir görseniz onların çektiği güzellikleri…

25 Nisan’da Mersin Kongre Merkezinde sergisi yapılacak.

Akdeniz Oyunları’nı da işitemeyen ve konuşamayan bu yürekler fotoğraflayacaklar.

Bazen binlerce kelimenin anlatamadıklarını bir kare resim anlatır ya...

İşte öyle bir şey…

***

Bizler, sözde görebiliyoruz, işitebiliyoruz ve duyabiliyoruz!

Öyle değil mi?

Onlar ise; duyabilenlerin, duyamadıklarını; görebilenlerin göremediklerini görebilen -sözde- engelliler!

Kimileri pedal sesleri ile kimileri de fotoğraf makineleri ile yaşama sevinci ile hayata tutunmuşlar.

Ne mutlu ki; onlar ile gözden ve gönülden dile köprü kurabiliyoruz!




12 Nisan 2012 Perşembe

Kara Tren!

Uzun bir tren yolculuğunun ilk dakikaları idi.
Tüm çocuklar heyecanlı ve mutlulardı.
Hayatlarında ilk kez trene bineceklerdi.
İlk kez bowling, ilk kez golf oynamışlar, ilk kez denizi görmüşlerdi.
Garip bir duygu ile yaklaştılar trene...
Her gün taş attıkları o trene dokundular!
Uzun, görkemli, sessiz ve de masumdu tren.
İçlerinden en çok taş atan, tüm çocukların elebaşı olan muzip bir gülümseme ile baktı trene ve arkadaşlarına…
***
Neyse vakit geldi.
Hasan Müdür haydi çocuklar hepiniz yerinize yolculuk başlıyor dedi.
Tüm çocuklar bir alkış tufanı kopardılar.
Hasan amcanın gözlüklerinin arkasındaki mutlu gülümsemeyi görebiliyorlardı.
İçlerini tuhaf bir duygu sardı...
Ve yolculuk başladı.
Hepside şaşkın şaşkın pencereden ailelerine el salladılar.
Ne garipti, taş attıkları o masum tren onları bilmedikleri ama eğlence dolu bir yolculuğa çıkaracaktı.
İçlerinden biri kara tren şarkısını söyledi.
Ona eşlik etti kocaman bir çocuk korosu...
***
Sonra ne olduysa oldu!
Trenin camlarına kar taneleri değmeye başladı.
İlk kez kar gören çocuklar bir çığlık kopardılar.
İçlerinden en muzip olanı gitti Hasan Müdürün yanına.
Durdur treni Hasan Amca kartopu oynayacağız!
Biliyordu o yapardı.
Gülümsedi Hasan Müdür onu makiniste götürdü ayakları.
***
Tren durdu sonra.
Önceleri bowling ve golf oynayan çocuklar kartopu oynadılar.
İlk kez dokundu eller kar tanelerine.
İlk kez kartopu oynadı taş atan o eller.
Bir not: Sıra dışı bir insan olan ve çocukları sporla, trenle ve hayatla buluşturan Mersin Akdeniz İlçe Emniyet Müdürü Sayın Hasan Güner’in anılarından…




11 Nisan 2012 Çarşamba

Pedal Sesleri!








Bisiklet sporu yapan görme engelliler ile ilgili izlediğim bir video beni çok etkiledi.

Engelli sporcularımızın bu sporu yaptıktan sonra paylaştıkları düşünceleri ve duyguları paylaşalım istedim sayfamızda.

Paylaşalım ki, onların yaşama sevinçleri bizlere de bulaşsın!

***

Doğuştan yüzde yüz görme engelliyim, sadece ışığı fark edebiliyorum…

Ben, dördüncü sınıfta iken bir görme kaybı yaşadım...

Aileme bana bisiklet alın diyordum. Ailemin tepkisi; yapamazsın, düşersin, yaralanırsın şeklinde idi…

Görme engelliler için bisiklet sürmek çocukluktan öte bir şey değil diye düşünüyordum. Ta ki bu okulda ile görme engellilerin görenlerle birlikte bisiklet kullandığını görene kadar…

***

Bisiklet sporu ile görme engelliler yani biz; monoton, pasif bir hayattan, aktif sosyal bir hayata geçtik.

Evlerimizden dışarı çıkamazken, şimdi farklı illere gideceğiz, kazanırsak Türkiye dışına çıkacağız, 2012 Paralimpik Olimpiyatlarına katılacağız.

Cumhurbaşkanlığı kupasına katılacağız ki bu bizim için oldukça büyük bir şey…

Dünyam biraz daha genişledi, görmediğim illeri görmeye başladım, yaşamadığım duyguları yaşamaya başladım.

Şu anda milli olacağım.

Yurt dışına çıkınca da ülkeme bu projelerle kupa getirmeye çalışacağım…

***

Pedal sesleri bana huzur veriyor; bisiklet sporu sayesinde bazen bir ırmak kenarı olabiliyor, bazen bir dağa da tırmanabiliyoruz, bazen güzel çiçek kokuları, ağaçların yapraklarından gelen o güzel kokuları…

Hissedebiliyoruz artık!

Sınır yok artık, bisiklet sayesinde dünyamız genişledi, ufkumuz açıldı ve önümüzde hiçbir engel kalmadı.

Anlıyoruz ki bizim verdiğimiz bir güçle rüzgâr ortaya çıkıyor, rüzgârı biz yapıyoruz, bizim de bir rüzgârımız var!
***

Görüyorsunuz!

Öyle değil mi?

Görenlerin göremediklerini görebilen -söz de- görme engelliler!

Görme engelliler, sadece pedal sesleri sayesinde yaşama sevinci ile dolmuşlar ve adeta taşıyorlar!






6 Nisan 2012 Cuma

Berlin Panteri




Salona girdiği anda bütün ilgiyi üzerine toplamıştı. Basının ve konukların tek ilgi odağı oydu. Masamıza geldi ve hemen yanıma oturdu.



Sizi görmek ne büyük bir mutluluk” dedim, kendisine saygım çok büyüktür.

Tatlı bir ses tonuyla;

“Ne demek o mutluluk bana ait” dedi…Sesi hala kulaklarımda…



Tam üç yıl oldu. Aynı masada oturuyorduk, insanlar eğlenip dururken o bana sürekli bir şeyler anlatıp duruyordu. Ödül almak için gelmişti. O Türk Futbolunun efsane bir ismi; Turgay Şeren…



Turgay Şeren’in, Galatasaray Spor Kulübünün efsanevi bir kalecisi olduğunu ve 1951’de Batı Almanya’ya karşı yaptığı kurtarışlarla milli takımımıza unutulmaz bir zafer yaşattığını, bu maçtan sonra Berlin Panteri olarak anılmaya başladığını bilmeyenimiz yoktur sanırım.



Kendisi son derecede zarif bir insan. Kendimi tanıttığımda bana “lütfen bizim gazetemiz Stadyumda da yazar mısınız?” demişti ve hemen asistanının ve kendisinin telefon numaralarını vermişti.



Birçok spor ödülü aldığını, bu ödülleri torunlarına miras bırakacağını söyledi. Zamanın çok çabuk akıp geçtiğini ve 75 yaşında olduğuna inanamadığını söylediğinde ise duygulandım. Üzerinde yılların tatlı bir yorgunluğu olduğunu ve hayatını dolu dolu yaşadığını söyledi.



Adana’da yıllar evvel bulunduğunu artık Anadolu’nun hak ettiği yerlere çıkması gerektiğini vurguladı. Ayrıca Anadolu insanının çok samimi ve çok sıcak olduğunu, kendisine olan ilginin kendisini çok memnun ettiğini de belirtti. Ve çok önemli bir düşüncesini belirtti;



Bayan taraftarların da statlara daha sık gelmesi lazımdır. Lütfen bu konuda bir şeyler yapılsın, siz bayanlarda bu konulara değinin. Sizler gelirseniz, statlarımız renklenir ve Türk Futbolu bir şeyleri daha çabuk halleder” dedi.

Ben de sporu çok sevdiğimi, sporun hayatın çok önemli bir rengi olduğunu düşündüğümü belirttim. Sporun bir disiplin olduğunu ve disiplinli, inanan ve hedefleri olan insanların bir gün mutlaka kazançlı çıktıklarını gözlemlediğimi belirttim.
Uzun uzun sohbet ettik, hatta beraber şarkılar dahi söyledik  ve onu yakından tanımış olmaktan çok büyük onur duydum...






Ferhat'ın Önsözü!


‘Futbolcunun El Kitabı’ adında bir kitap olsa idi, şüphesiz kaleci Ferhat Odabaşı’nın bu yaşadıkları bu kitabın önsözü olurdu!



Bir Kulüp Başkanı sezon başında onunla görüşme talep etmişti.

Ferhat iki sezon üst üste oynadığı kulübün şampiyonluğunda önemli bir rol oynamıştı. Heyecanlıydı, haklı bir gururun sahibi idi. Ancak hiç tanımadığı bir kulüp ve bir kulüp başkanı ile görüşecekti. Hedefleri doğrultusunda sorularını hazırlamıştı.



Başkanın odasına girdi. Başkanın ön konuşmasından sonra söz aldı:

“Sayın Başkanım, öncelikle beni takımınızda görmek istediğiniz için çok teşekkür ederim.

Ancak genç ve başarılı bir kaleciyim ve benimde bir takım bireysel hedeflerim var.

Hedeflerim doğrultusunda izninizle birkaç sorum olacak!



Başkan şaşkındı, her zaman olduğu gibi, transfer parasını konuşacaklarını sanıyordu!

“Tabi ki Ferhat dedi, sorabilirsin:”



“Başkanım kulübünüzün politikası nedir?

Bu sezon hedefleriniz nelerdir; lige tutunmak mı, ilk altı mı, şampiyonluk mu?

Kulüp yönetimi olarak devamlılığınız nedir?

Kulübün ekonomik durumu nedir mesela?

Tesislerinizin son durumu nedir, antrenman sahanız uygun mu?

Taraftarın futbola olan ilgisi, şehrin kulübe yaklaşımı nasıldır?

Nasıl bir transfer listesi hazırladınız?

Bunları merak ediyorum!”



Kulüp Başkanı şaşkındı…Biraz düşündü ve kendini toparladı.

O her zaman ki gibi transfer için vereceği ücreti konuşmak istiyordu.

Ancak konu bir türlü  oraya gelmemişti.



“Ne kadar ücret istiyorsun evladım?” dedi.

Ferhat yine söz aldı:



“Başkanım benim bir takım benim bireysel hedeflerim var. O hedefe koşan bir kulüpseniz parayı konuşuruz. Sözüm senettir. Ben müsaadenizle şehri, kulübü, tesisleri bir gezmek isterim. Cevabımı size sonra açıklayacağım.



Başkan ayağa kalktı.

“Ferhat, gel evladım seni alnından öpeceğim!” dedi.

Ona göre, ne istediğini bilen bir futbolcu ancak Ferhat kadar olurdu.

O sezon o kulüple anlaştı ve yine şampiyonluğa koştu!



Ferhat Odabaşı, 1983 doğumlu. İki üniversite bitirmiş bir futbolcu.

Futbolun sadece ayakla oynanan bir oyun olmadığını, futbolcunun zihninin de sürekli geliştirilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Performans artıran psikolojik kitaplar öneriyor.



Bir futbolcu olarak onun ağzından dökülen son sözleri de çok anlamlı ve dikkat çekici!

“Futbol öyle enteresan bir oyun ki; yukarı ile aşağısı çok yakın. Bugün bir de bakıyorsunuz bir arkadaşınız milli takımda oynarken, onun hemen yanında oynayan başarılı başka bir arkadaşınız  kendisine iş arıyor !

Ortak bir görev!




Son zamanlarda yaşanan tüm gelişmeler bizlere ne gösterdi!

Türk sporunun amatör bir ruhla var olduğu zamanlara göre çok daha gerilere gidilebileceğini…

Hani hep anlatırlar ya!

Amatör ruhla oynanan, forma aşkı için koşturulan o dönemler…

Şimdilerde ise birçok spor adamının dediği gibi:

Tek aşk var! Para…

***

Bu yaşanan olumsuz gelişmeler sanki herkes tarafından biliniyordu ama sessiz bir çoğunluk vardı. Bakınız geçmiş yıllarda yapılan araştırmaların altında saklanan gerçekler neleri anlatıyor…

Geçmiş yıllarda Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca yapılan bir takım açıklamalar şöyle:
Türkiye Liglerinin üzerine bahis oynanma oranı % 7.

Geriye kalan % 93’ lük dilim Avrupa Ligleri için oynanıyor.

Türk bahisçilerinin % 24’ü Türkiye Liglerinde şike olduğu varsayımında bulunarak tercihini Avrupa liglerinden yana kullanıyorlar.

Sizce de haksızlar mı?

***
Almanya’da ve İtalya’da şike olayları yüzünden ciddi sancılar yaşanmıştı.

Juventus’da dahil, bir çok kulüp küme düşürülmüştü.

Yaşadık ve gördük ülkemizde şike, teşvik gibi spora zarar veren unsurlar için  halen ciddi anlamda bir yaptırım yok.


***

Her zaman şu gerçeği savunacağım ve savunmalıyız da…

Spor ülkenin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.

Bu durumda…

Tüm zamanlar için, yaşam kalitesi yükseltilmiş, geleceğine güvenle bakan, umut dolu ve de spor yapan sağlıklı bir toplum  için gereken ortamı sağlamak hepimizin ortak görevi olmalı…

***


Burada hepimize büyük görevler düşüyor.
Öncelikle bilinçli olmak ve yapılan hatalardan ders çıkarmak anlamında.

Unutulmamalı!

Türk sporu kaybederse, hepimiz kaybederiz!




Dört yolcunun hikayesi!


Dört arkadaş arabalarıyla tedirgin bir şekilde ilerliyorlardı.

Yolları uzundu.

Ya adresi bulamazlarsa, bunu nasıl açıklarlardı!

Zaman da gittikçe daralıyordu.

İlçe sınırlarına girmişlerdi ama yollar bomboştu.

Ne bir tabela, ne de bir işaret vardı.



Derken nihayet, hemen arkalarında ilerleyen lüks bir araba göründü.

Heyecanlandılar.

Hemen korna çalarak durmalarını istediler.

Araba durdu ama merak da etmişti, kimdi bu yabancılar.

“Buyurun gençler!”

“Kusura bakmayın, sizi yolunuzdan alıkoyduk ama biz şu adresi arıyoruz.

Zamanımız da çok dar.”

“Bizde oraya gidiyoruz.

Bizi takip edin.

Bu arada, hayırdır ilk defa geliyorsunuz sanırım.”

“Evet, bizim bu ilçeye tayinimiz çıktı.”

“Öyleyse bir teklifimiz var.

Bir saate kadar statta maçımız var.

Biz de takımın yöneticileriyiz.

Sizi de desteklemek için aramıza bekleriz.

Bundan böyle bizim takımın taraftarı olursunuz”

“Tabii neden olmasın!

Gelebiliriz ama…yine de söz vermeyelim.”

“Beni takip edin.”

Dediler ve iki araba yollarına devam ettiler.



Stada nihayet gelmişlerdi…

Etraf kalabalıktı.

Fakat dört genç birden gözden kayboluverdi.

Kulüp Başkanı bir kez daha arkasına baktı, belki de gelmişlerdi.

Fakat arkasında yoktular. Yöneticiler etraflarına baktılar onları göremediler.

Biri “aceleleri vardı” dedi.



Evet, aceleleri vardı.

Çünkü maçın başlamasına çok az kalmıştı.

Hatta…Takımlar yerini almıştı.

Ve geç kalma korkusu içerisinde dört genç de maçı yönetmek için  formalarını giymişler ve çoktan yerlerini almışlardı…

Yöneticiler, o dört gencin maçın hakemi olduklarını gördüklerinde şaşkınlıklarını gizleyemediler ve birbirlerine bakıp tebessüm ettiler.

Spor Yazarı Sadık Söztutan'a ait bu güzel hikayeyi okur okumaz   paylaşmak istedim.


Akdeniz’de bir köprü!



Akdeniz Oyunları, Akdeniz ülkeleri arasında bir köprü kurmayı hedefleyen, dört yılda bir düzenlenen ve 15 gün içerisinde tamamlanan, 24 ülkenin üyesi olduğu uluslararası düzeyde büyük bir organizasyon.  2013’de bir yenisi düzenlenecek olan  bu organizasyon, ilk olarak 1951’de Mısır’da yapılmış en son 2009 yılında ise İtalya’da yapılmış.


Akdeniz Oyunları, yarışmacı 28 spor dalı ile, 24 ülkeyi buluşturan bir barış köprüsü adeta.

Andora’dan Cezayir’e, İspanya’dan Lübnan’a, Monako’dan Suriye’ye, Mısır’dan Yunanistan’a bütün sporcuların  ve sporseverlerin; Atletizm, Ritmik Jimnastik, Basketbol, Voleybol, Hentbol, Tenis, Yelken, Kano, Golf, Judo, Eskrim, Engelli Sporları ve Futbol gibi bir çok spor dalının buluştuğu önemi son derece büyük.

Akdeniz’in sıcak kanlı insanlarının gözleriyle bütün dünya gibi biz de bir çok  güzellikleri görebileceğiz.

Sporseverler sporun birçok branşıyla buluşacak ve barışsever Akdeniz insanı bu köprüde kucaklaşacak…


Yunanistan’ın ev sahipliğinin iptal edilmesiyle, Akdeniz Oyunlarının Mersin'de düzenlenecek olması son derece heyecan verici!

Denizin, doğal güzelliklerin, tarihin, sanatın ve bir çok güzelliğin bir arada olduğu sıcak bir kenttir Mersin. 

Kentin doğal güzelliklerini ve yüzlerce yıllık tarihe tanıklık etmiş bir tarihi de başka başka gözlerle görebileceğiz.

Denizin ve kumların içinden fışkıran bir tarih, sporun barış ve dostluk penceresiyle buluşacak.


Barış denince…

Barışın ve güzelliğin simgesi  limon ve portakal çiçekleri olabilir mesela…

Limon ve portakal çiçekleri zarafeti, rengi ve kokusu kendisine has bir sadeliktedirler.

Onlar çiçekleri açtı mı, sadece etrafınızı değil, ruhunuzu da bir bahar kokusu sarar.

Ve o zarif çiçekler Akdeniz insanına dünyanın en şifalı meyvelerini verirler.


Asya, Afrika ve Avrupa’yı temsil eden ve üç halkadan oluşan Akdeniz Oyunlarının sembolü olan bayrakla, şenlik hemen her yerin çehresini değiştirecek.

Bu heyecan dalgası hemen bütün ülke insanına yayıldı ve yapılacak çalışmalara hep birlikte el verme zamanı geldi!

Asya, Afrika ve Avrupa’yı temsil eden ve üç halkadan oluşan Akdeniz Oyunlarının sembolü olan bayrak dilerim tüm kenti şenlendirir! Hatta, bu spor şenliği Mersin’e sığmaz ve tüm ülkeye de taşar!




4 Nisan 2012 Çarşamba

Birincilik değil, Birinci Lig!


Birinci Lig, adından sıkça söz edilmese de Süper Lig’e uzanan çok önemli bir köprü.

Marka olarak değeri şüphe götürmez ve tartışılmaz.

Bank Asya ismini yayıncı kuruluşla olan anlaşması gereği çektiğini açıkladı.

Oysa bana göre Bank Asya, Birinci Lig ile çokça anılan bir isim olmuştu.

Birinci Lig, Bank Asya’yla değil!

***

Birinci Lig, Türk futbolunda yaşanan gerçek mücadelenin adıdır.

Tek başına bir marka, tek başına bir değer.

Orası zirveye en yakın mesafede.

Orada tartışmasız amansız bir yarış var.

Bu yarışın adı hiç değişmez!

Önündeki isim ne olursa olsun, ürün değişmez!

Kalitesiyle, değeriyle, bitmeyen tüketicisiyle adı: Birinci Lig!

***

Asıl sorun şu bana göre; Türkiye’de başarının ölçüsü, birincilik!

Şu anda verilen mücadelenin / futbolun tam anlamıyla adı bu.

Doğru ya da yanlış medyanın bakış açısı da bu…

Birinci oldunuz oldunuz, olamadınızsa yok sayılırsınız.

İkinci, üçüncü ya da kazara dördüncü iseniz…

Hakkınızda yazılır, çizilir, konuşulur.

Verilen amansız mücadeleler yok sayılır.

Başarısızlıklarınız bir bildirge gibi bildirilir.

Diğerleri mi?

Onlar arada kaynar gider.

Onları gören göz gerek!

***

Birinci olan olmuştur.

Olan artık diğerlerine olmuştur.

Önemli olan, yarışmak / katılmak asla değildir.

Önemli olan kazanmaktır.

Diğerleri de unutulur ya da çoktan unutulmuştur.

Şu an yaşananlar ve verilen mesajlar hep bu yönde.

Birinci Lig ve alt liglerde verilen mücadele, alt yapı çoktan unutulmuş.

Oysa aslolan birincilik değildir; Birinci Lig olmalı !

Tarihi ve buruk bir veda!

1940’lı yıllar…Yoksulluğun kol gezdiği bir dönem. Ali Sami Yen Stadının yapımı için yönetimden parlak bir fikir gelir: “Para toplayalım. Stadı yaparız!”
Hikayenin devamını o tarihe şahit olan ve sadece Ali Sami Yen’e değil, orada yaşadığı unutulmaz anılara da veda eden, Galatasaray’a futbolcu olarak yıllarını vermiş olan, Galatasaray’ın kalesinde devleşmiş, o kulübe kaptanlık yapmış, bir tarihin açılıp kapanmasına şahit olmuş Spor Yazarı Turgay Şeren’ den dinleyelim:
“Ali Sami Yen Stadı'nın bende çok büyük hatıraları vardır. Galatasaray Lisesi'nin Ortaköy'deki ilk kısmında okurken, Galatasaray Kulübü'nden bir talep geldi. 'Stat yapacağız' dediler ve 'Sizlerden maddi destek istiyoruz' diye ricada bulundular. Her sınıfa gittiler ve Galatasaray'ın böyle bir stada temel harcı olarak bizlerin vereceği katkıyı büyük bir yüreklilikle istediler. Hepimiz coşmuştuk. 
Makbuzlar 5 ve 10 kuruşluktu. Bu söylediğim aşağı yukarı 1940'larda olan bir olaydır. O yıllar paranın özellikle talebelerin cebinde çok az bulunduğu bir zamandır. Biz gidip de verilen haftalıklarımızı herhangi bir yerde sarfetmekten ise hatta makbuzsuz, karşılıksız kulübün bu girişimine faydalı olmak dileğiyle cebimizde ne varsa verdik.Yıllar geçse de diyorduk ki: 'hatırlanacağız...' İşte bakın bugün hatırlanıyoruz!”
Ali Sami Yen’de bir tarih sona erdi. Hüzünlü bir veda yaşandı.  Bu veda, Galatasaray’ın sancılı günlerine rastladı… Belki de maçın atmosferinden veda unutuldu…Ali Sami Yen, tabiri yerinde ise, o gün, kırılıp döküldü…
Vedalar hep buruk olur ! Bazen bir duvara veda edersiniz, bazen de bir teneke parçasına…  Ama veda daima hüzünlü bir kelimedir; her veda anında içinizden bir şeyler kopuverir… Duvar deyip geçmeyelim! Bir Alman gazetesi Ali Sami Yen için; ‘duvarların ruhu olduğuna inanır mısınız? Oranın da ruhu vardır’ demişti!

Ez cümle: Türk futboluna yarım asırdır hizmet eden Ali Sami Yen bu gün artık yok!..