31 Mart 2012 Cumartesi

Bir efsane Pier Litbarski !




Nisan ayının en güzel günleri…

Ruhumda bir bahar, bir heyecan, bir zarafet hakim.

Sabahın da en taze saatleri.

Masamızda bir futbol efsanesi!

Bir dünya yıldızı.

Üç yıl üst üste dünya kupası finalinde oynamış, seksenli yıllarda adından sıkça söz ettirmiş, dünyanın bir numaralı “yedi numarası”…

Alman futbolcu, Pierre Litbarski.



Soruyorum:

“Şu an Türkiye de olduğunuz için mutlu musunuz?”

Cevap:

“Tabi ki. Binlerce kilometre gelmek için, deli olmak gerekir yoksa.”

Dünya da iki milyar insan var deniyor, bizler şu an bir arada isek bu futbolun güzelliği değil mi?

Gözler bu cümleyi bir tebessümle onaylıyor.

Zerafet ve şıklık sadece ruhumda değil, bir efsane olarak bilinen misafirimizde de hakim.



Yer: Karabük Üniversitesi

“Futbolun Mutfağındakiler” konulu panelde kısa bir konuşmam olacak.

Derken bir haber geliyor.

Sevgili Erdem Ulus da aramıza katılacaktı, ancak trafik kazası geçirdi

Üzücü bir durum. Ancak sağlığı iyi, rahatlıyoruz.

Bir telefon alıyorum.

Bu gün paneli yönetebilir misiniz?

Şaşkın bir şekilde; tabi ki, elimden geldiğince diyorum!

Ve panelde küçük bir konuşma planlarken paneli yönetmek ve sürpriz bir şekilde.

Evvela saygıdeğer konukları, ev sahibi Karabüklüleri saygıyla selamlıyorum…Ve konuşmama başlamadan evvel panelistleri davet ediyorum. Aramızda dünya futbolunun  efsane bir ismi  var. Binlerce kilometreyi aşarak bu gün aramıza katılan; dünya futbolunun unutulmaz ismi Pier Litbarsgi. Dünyaca ünlü futbolcu; dünyanın en güzel kentine hoş geldi.

Ve… sadece futboluyla değil, dik duruşuyla da gönüllerimize taht kurmuş bir isim daha var aramızda.  Günlerdir içimizdeki heyecanın sebebi o. Onu anlatmak o kadar zor ki. O Türk futbolu için bir Ertuğrul mu desem! Bir efsane mi! Ertuğrul Sağlam.

Salonda muhteşem bir coşku hakim.  Litbarski ve Sağlam soru yağmuruna tutuluyorlar:

Pier’den önemli açıklamalar geliyor: “Bu coşkuyu daha önce hiçbir yerde görmedim. Ancak, önce içinizdeki heyecanınızı yenin sonra rakiplerinizi yenersiniz!”

Günü konuklara şöyle özetliyorum: Ve bu coşkunun sebebi için;  başarıların taçlandırılması diyebilir miyiz?

1 Numara olmak !


Yeşil çimlerin yalnız adamları sayfamızın misafiri.

Yedi metrelik bir alana sıkışıp kalmış adamlar.

Onlardan iki ayaklarının üzerinde kalmaları değil, kanat takmış gibi uçmaları beklenir daima.

Onlar, bazen çamur bir zemine, bazen de bir tekmeye uzanırlar!

Futbol oyununda file bekçisi olarak adlandırılan kaleciler bir numaralı formanın sahibidirler ve formalarının hakkını vermelidirler.

Başarılı da olsalar başarısız da, kalenin kepengi yoktur ki çekip kapatasınız!

 ‘Bir Numara Olmak!’ kitabında da anlatıldığı gibi…

***

Kitabın yazarı Haluk Kaplan, futbol dünyasında perde gerilerinde kalmış başarılı bir teknik adam.

1967 Silifke’de doğumlu.

Futbola Silifkespor’da başlamış.

İslahiyespor, Mezitlispor, Gaziantepspor’da kalecilik yapmış.

Kaleci formasını gururla taşımış ve aktif kalecilik yaşantısının son yıllarında kaleci antrenörü olma fikrini benimsemiş.

Sadece yurt içinde değil, yurtdışında da çok önemli araştırmalar yapmış bir isim.

***

Ona kaleciliğin felsefesi, psikolojisi ve temel öğelerini kalecilere aktarma fikri büyük bir heyecan uyandırmış.

Kaleci antrenörlüğü yaptığı sekiz yıl boyunca ülke futbolunu ve kaleci profilini yakından takip etmiş.

Amatör takım ve genç yaş gruplarında bir kaleci antrenörünün bulunmadığını gözlemlemiş.

Kalecilerin kendi kendilerini hazırlama gayretlerini görmüş ve meslek hayatındaki birikimlerini 'Bir Numara Olmak' adlı kitapta toplamış.

***

‘Kalecilik bir sanattır, her sporcu bu mesleği yapamaz. Bir numaralı formayı giymek zor iştir. En kısa yoldan, en kısa sürede ve doğru zamanda topa müdahale kaleciliğin temelidir!’ dediği kitabında teknik ve taktik ayrıntıları ile bütün futbolculara, kalecilere yol gösterici; hocalarımıza da örnek olması açısından faydalı bir kaynak kitap yazmış.
Ne demişler!

Söz uçar, yazı kalır.

Ya da ataların deyimi ile; hatırda kalmaz, satırda kalır!

1918 doğumlu bir delikanlı!


1918 doğumlu bir delikanlı idi. Onu unutmam mümkün değil. Sohbetlerimizde kelimelerini özenle seçerdi. Anlatmak öyle zor ki…Ve yazmakla da bitmez ki…



Bir ilkle başlayan bir isimdi O.

Öncelikle Türkiye liglerinde ilk defa oynanan bir futbol müsabakasının hakemi idi ve dolayısıyla Türkiye birinci ligindeki ilk gol kararını 21 Şubat 1959 tarihinde O vermişti.



Spor spikerliği ve spor yazarlığı da yapmıştı. Seyhanspor’u kurmuş, oynamış ve başkanlığını yapmıştı.Halen Adana merkez ilçe Seyhan’da yapılan Adanaspor’a ait sosyal tesisler onun adını taşımakta. Adana’nın ilk Beden Terbiyesi İl Müdür Vekili olarak görev yapmıştı.



Sadece spora değil sosyal ve siyasal konulara da ilgi duymuştu.

Ermeni Soykırımı ile ilgili tezleri çürütmek için düzgün Fransızcası, edebi yazımı ile Fransız parlamentosuna (j.Richard Delong) yazı yazmış ve bu tasarıya şiddetle karşı gelmiş ve olumlu sonuçlanan bir tavır sergilemiş, bu vesileyle Napolyon Bonapart Sarayında şerefine gece düzenlenmiş bir kimlik ve entelektüel bir insandı.



Bizlerle birkaç anısını paylaşmıştı;

Türkiye'de Türk futbolunun altın çağlarını yaşadığını, geçmişte toz ve toprak zeminlerde maç yönetildiğini, o dönemlerde hakemlerin sadece yol giderlerinin karşılanabildiğini, önce  at yarışlarının yapıldığı  sahalarda daha sonraları kendilerinin temizlediklerini anlatmıştı ancak anlatılanların içinde enteresan bir şey vardı ki;



Türkiye liginde ilk kez kendi hakemliğini yaptığı bir maçta (Trabzonspor ve Bursa Havagücü)  kupanın beraberlik nedeniyle sanat okuluna gönderilerek ikiye kestirildiği ve o sene iki şampiyon çıktığı ilginç bir anısıydı.



İçim de kırık dökük bir şeyler kaldı…Osman Amca…Ölüm yıldönümünde, sesini duyar gibiyim. O ince ruhunla bizlere şairin o güzel şiirini söyler gibisin;



“Buyrun, oturun dostlar, hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini, ne kırmızı kutuyu getirdiniz…
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı, başucumda durup el ele verdiniz.
Buyurun, oturun dostlar, hoş gelip sefalar getirdiniz…”



Bir ilkle başlayan bir isimdi, Osman Yereşen

Aramızdan ayrılalı neredeyse tam bir yıl oldu. İçimde ise kırık dökük bir şeyler kaldı.
Onu rahmetle anıyoruz.

30 Mart 2012 Cuma

Olacak O Kadar !

Bizim ülkemizde futbolun izleyicisi biraz çilekeştir...
Program yapmaz!
Kendini hayatın akışına bırakır!
Verilenle yetinmesini bilir!
Çekirdekten yetişmiştir; zaten yapacak bir şeyi yoktur…

Bizde futbol kültürü babadan oğla, oğuldan oğla; öğrenerek, izleyerek ve bazen taklit ederek geçen bir çeşit yaşam tarzıdır…
Bu öğrenme önce ailede başlar…Çoğunlukla Galatasaraylı bir babanın Galatasaraylı oğlu veya kızı, Fenerbahçeli bir babanın Fenerbahçeli bir oğlu veya kızı olmuştur…Böyle bir ailede doğan çocuğa yavaştan yavaşa bu kültür verilmeye çalışılır.
Gelen misafirler şöyle bir takılırlar evin çocuğuna mesela:
“Merhaba koçum, sen hangi takımı tutuyorsun?”
Çocuk babanın yüzüne bakar önce ve gururla cevap verir:
“Galatasaraylıyım…/ Fenerbahçeliyim… /Beşiktaşlıyım…”
Hemen şöyle bir cevap gelir çoğunlukla:
“Aferin evlat, doğru yoldasın; devam et!”

Bu istisnasız böyledir. Çocuk o anlarda toplumsallaşma ve takımdaşlaşma sürecinin içerisinde bir gurur halesi yaşamaktadır…Ve başı dik bir şekilde kenara çekilir başlar büyükleri dinlemeye…Ara ara sohbetlere o da katılır ve o gün bazen bir takıma kadro kurulur, bazen bir hoca yerle yeksan edilir, bazen bir yöneticinin futboldan anlayıp anlamadığıdır konu…Takımını itina ile belirleyen bu çocuk okulda kendisi gibi kaç tane aslan var veya kanarya veya kartal aramaya koyulur…
Okulda da zaman zaman takımdaşlarla diğer takımlara karşı taarruzlar düzenlenir.
Futbolda öğrenmesi gereken diğer detaylar ise çoğunlukla gazetelerin spor sayfalarından ve televizyonların spor programlarından pekiştirilmiştir.

Ve ülkenin futbolsever kadrosu böylelikle genişlemekte; bölünerek çoğalmakta, birbirinin katlarıyla çarpılmakta ve izleyici sayısı sayıların karesi gibi artıp durmaktadır.
Fakat bizim ülkemizde babadan oğla geçen bu futbol seyircisi biraz çilekeştir…

Çekirdekten yetişme futbolsever kişi bir gün bir stada gidecek ve gördüklerine hiç inanamayacak ve verilenlerle yetinmeye alışacaktır. Nasıl mı?...
Bazen tahta, bazen beton bir zeminde, bazen yağmurda, bazen çamurda, bazen bir itiş kalkış arasında, bazen biletli ama biletsizlerin arasında; boğazı yırtılırcasına bağıracaktır:
“Seni ölesiye seviyorum!”
Ve o sevgi alışkanlığa dönüşecektir bir gün!
Neden?
Futbolumuzun çok profesyonel yönetildiğinden!
Neden?
Statların durumunun öyle sinema salonlarına benzemediğinden!
Bazen yağmur yiyeceksiniz, bazen çamur, bazen simit, bazen ayran, bazen küfür, bazen yumruk!...
Nitekim; her yerde olduğu gibi futbolda da size verilenle yetinmeyi bileceksiniz!

29 Mart 2012 Perşembe

Endirek Serbest Atışlar!




Dünyada globalleşmesini tamamlamış tek kurum futbol deniyor.

Piyasa ekonomisinden, insan haklarından, sağlıklı yaşamaktan, demokrasiden daha çok konuşulan, tüketilen; yaygın ve de saygın olan kurum futbol.

FİFA’nın 213 üyesi olmasına rağmen, BM’in 192 üyesi olduğu gibi!



Futbolun eğlenceli bir lisanı olduğuna bir kez daha şahit oluyorum.

Futbolu sevmek, aynı dili konuşmak bu demek sanırım.

Sevmek için dünyalı olmak yeterli de diyebilirim!

Utku Yasavul’un kitabından tabiri yerinde ise:

“Endirek Serbest Atışlarla” sizi baş başa bırakıyorum:



“Lütfen takımdan ayrılanlar hakkında iyi şeyler konuşalım.

Mesela; ‘Laurenin gitmesi iyi oldu gibi!’…”

Newcastle Başkanı.

Bizde bu çoğu kez; ‘hocanın istifası yerinde bir karardı!’ gibi söylenir mesela.



“Bursaspor taraftarları maçlarda ‘Arçelik, Arçelik’ diye tezahürat yapıyorlardı!”

Vestel Manisaspor Başkanı.

Taraftar her şeye karşı! Bu taraftar markaya da karşı.



“Bizde yönetim demokratik. Başkan ne derse o olur!”

Mahmut Uslu, Fenerbahçe Yönetimi.

Ee, tabi! Yönetimlerde demokrasi böyle birşey!

Ne kadar başkan, o kadar demokrasi!



“Ayın 30 veya 35i gibi TSYD ile maçımız var!”

Hikmet Karaman.

Bu maç asla yapılmayacak anlamına mı geliyor Hikmet hocam?!



“Şike ve teşvik sigara dumanı gibidir. Bilirsiniz ama yakalayamazsınız!”

Erman Toroğlu.

Bir Erman Toroğlu klasiğidir!



“İstanbul’a üç büyük çok fazla, biri gidecek!”

Eski Kültür Bakanı Atilla Koç.

Yani ne denebilir ki? Sayın Bakan İstanbul’u ve futbolu çok iyi biliyor(!)



Muhabirin ‘Sizce Türkiye’de Avrupa’ya gidecek futbolcu var mı?’ sorusuna cevabı:

Türkiye Avrupa’ da değil mi?”  Johann Cruyff.

Bizde bir Avrupa merakı vardır ya!



“Avrupa Birliğine değil, Gençler Birliğine!”

Gençlerbirliği Taraftarı. Bu da taraftardan başka bir gönderme!



Keskin zeka sahibi olan; oynayan, yöneten, düşünen, dile getiren hemen herkese…

Bir yudum nefes !


Buna spor yapıyorum diyebilir miyiz bilemiyorum ama bugünlerde nefes terapisine başladım. Ve benim hayatımda önemli kararlar aldığım bambaşka bir gerçekliğe yolculuk olarak adlandırdığım; bedenimi, zihnimi, ruhumu iyileştiren bir faaliyet içerisindeyim.
Kendinize zaman ayırmak istediğinizde, bedeniniz ve ruhunuza yoğunlaşmak istediğinizde, sağlık bulmak istediğinizde; mutlaka derin bir nefes alın! Derin bir nefes deyip de geçmeyin! Bazen bir damla su gibidir, bir yudum nefes… Bazen çok daha fazlasıdır…

Hayatınızın yoğunluğundan, stresten uzaklaşmayı hiç denediniz mi, ya da denediniz ise bunu başarabildiniz mi? Bunu başarmak için evvela, bir adım atmak gerekebiliyor! Olduğunuz yerden ayağa kalkıp, derin bir nefes sonrası bakmayı unuttuğunuz gökyüzüne, yağan yağmura, sabahı cıvıldayarak karşılayan bir kuş sesine ya da rüzgârda savrulan bir yaprağa dikkatinizi verdiğiniz oldu mu? Nefes de böyle bir şey!

Nefes, sizi geliştiren bir terapi! Sizi kendi benliğinizle buluşturan; bugünü, şuanı görmenizi sağlayan, yarınınızı görmenizi sağlayan bir terapi. Hayatınızdaki boşlukları dolduran, gerçek yaşam amacınızı belirlemenize yardımcı olan, kutsal bir buluşma anı. Hatta en kutsal buluşma anı! İç sesinizle ve de tüm varlığınızla… Kendinize, hayatınıza yoğunlaştığınız bir zaman dilimi…

Özgürce nefes aldığınızda, hayatınızda nelerin değişeceğini tahmin bile edemezsiniz! Bunun adı da; ilham nefesi. Enerji seviyenizi artıran, ilişkilerinizi şifalandıran, sağlığınızı geliştiren bir deneyim bu. Fiziksel, duygusal, zihinsel ve de ruhsal dört ayrı seviyede yaşadığınız etkili bir yolculuk…

Günün herhangi bir saatinde özellikle de yürüyüşlerinizde size arkadaşlık edecek ve size hayatın bolluk içinde yolunu açabilecek deneyimin adı, nefes. Bana bu konu da koçluk yapan arkadaşım Nazan Turgut’a teşekkür etmek isterim. Her an hayatımın akışını değiştirme olasılığına, farklı düşünme ve davranma seçimine sahip olduğumu fark ettirdiği için! Bambaşkayım ve bunun farkındayım. Mutlaka araştırın derim! Hayatı yaşamayı ve şifayı sevenler için…

Bilgelik dolu sözler

Sporun hangi branşı olursa olsun, spor yapanlar hayatta daima bir adım önde olmalılar.
Hedef koyma, kendine güvenme, pozitif düşünebilme becerilerine sahip olabilmeliler.
Bütün bunlara ve daha fazlasına sahip olabilmek için; nasıl ki çok çalışıyorlarsa, çok da okumalılar.
Zihin gelişimi de, en az beden gelişimi kadar önemli. Hatta çok daha önemli.
Yaşam kaliteniz tamamen düşüncelerinize bağlı.
Motivasyon kitapları bu anlamda çok önemli birer yaşam koçu olabiliyorlar.
İçinizdeki karamsarlıkları, endişeleri, kaygıları yenebilmek için mutlaka okumalı!
Dünyanın en saygın liderlik uzmanlarından biri olan Robin Sharma’nın tüm eserleri bu anlamda bilgelik dolu.
Her biri içinizdeki yaşam enerjisini besleyen, benliğinizde kişisel yolculuğa çıkaran, düşünceleriniz özgürleştiren, dinginlik ve huzur veren birer armağan.
Ferrari’sini Satan Bilge’den motivasyon içerikli ve bilgelik dolu sözlerle sizleri baş başa bırakıyorum.
Zihin yönetimi yaşam yönetimidir.
Kendi iç dünyanızı geliştirmeye ve değiştirmeye adadığınızda sıradanlıktan uzaklaşırsınız ve hayatınız olağanüstü bir boyut kazanır.
Üzerinde egemen olduğumuz tek şey zihninizdir.
Kendine güven, zekadan daha üstündür.
Başına ne gelirse gelsin, buna verebileceğin tepkiyi seçebilme kapasitesine sen sahipsin.
Her koşulda pozitifi arama alışkanlığına sahip ol.
Geçmişin tutsağı olmak yerine, geleceğin mimarı ol.
Zihnini tek bir amaç için odakladığında, yaşamında olağanüstü armağanlarla karşılaşacaksın.
Dışarıdaki başarı, kendi iç dünyanda başarılı olmadıkça anlamsız.
Dopdolu bir yaşam sürmek istiyorsan en değerli varlıklarına gösterdiğin özeni düşüncelerine de göster.
Nereye gittiğini bilemezsen, vardığında oraya ulaştığını nasıl anlayabilirsin.
Bir dağın zirvesinde olmanın keyfini eteklerde yürümeden nasıl sürdürebilirsin.

25 Mart 2012 Pazar

Futbolun Bilgesiyle Felsefe!


55 yaşında ve “İnsan her yaşın acemisidir” bende 55 yaşın acemisiyim diyor.Ama tarihi bir anıt misali yıllar önceden ve günümüzden ,değerli bilgiler aktarıyor bize. Sıradışı bir futbol adamı olan Reşit Güner ile f utbol üzerine felsefeler yaptık birlikte…Buyurun keyifle okuyun…

Futbola Mardin’de Kızıltepe’de başlamış, yapacak başka bir şeyim yoktu diyor.Köylerine gazete 2 gün gecikmeli geliyordu ve hızla spor sayfası çevriliyordu Galatasaray haberleri okunuyordu sonra o köyden Galatasaray Kulübüne transfer oldu .Fatih Terim hocanın takım arkadaşı oldu…
Şimdilerde Antrenörlük yapıyor ama çok farklı ve değerli güzel bilgiler sunuyor bize…


İnsan yaşamın öznesi olmalıdır nesnesi değil diyerek başladı sözlerine…
Kendisi renkli bir insandı ama konuştukça düşünce yapısının da ne kadar pırıltılı olduğunu görebiliyordum..
Zihnimiz en kıymetli bahçelerimizdir, oralarda kötü bitkilere yer bırakmayın ,sökün ve atın der dedi Robin ;okudunuz mu?
Kendisi tam bir kitap kurdu…Şu an yakın tarihi okuyormuş.Niye bu kavga gürültü,barış istiyorum barış .Okuyun yakın tarihi,ders alın, bu kavgalar geçmişte de yaşandı,yakın tarihimizde de yapıldı.Hala günümüze niye taşıyoruz ki diyor…


Bizim zamanımızda oynanan futbolla bu günkü futbol çok değişti.Geçmişte bu kadar hızlı ve teknik futbol yoktu.Saha dışı faktörlerde çok değişti.Yöneticiler,seyirci,kulübün yapısı her şey..
Özellikle Türkiye’de Futbolu kendimize benzettik.Futbol artık günümüzde en hızlı kültür yayan bir dünya ve Futbolun evrensel bir ruhu var biz bunu çok koruyamadık.Biz değerleri,emeği alkışlayamadık…Emeğe ve değerlere saygı göstermezsek mutlu ve huzurlu olamayız ki!…


Bizim sporda bir rönesansa mı ihtiyacımız mı var acaba?Bakıyorum da karamsarlaşıyorum.Mesela kulüp yöneticiliği artık bir nüfus edinme gibi görülüyor.Feodal kulüp yöneticilikleri ver.Feodalizm yıkıldı oysa demokrasilerde çok seslilik vardır,feodalizm varsa adalet yoktur,adalet yoksa mutluluk yoktur…

Futbolu, bu değerli ürünümüzü korumalıyız.Futbolu sömürenler var onlardan korumalıyız…
UEFA’nın bir takım yaptırımları var onlar dikkatlice incelenmeli..Mesela Kulüp yöneticiliği konusunda son zamanlarda önemli gelişmeler var.

Her geçen gün futbol fakiri olmayalım istiyorum.Eğer bir takım kazanıyorsa seyircisi de, hakemi de,basını da beraber terfi ediyor.Kaybedince de hepsi kaybediyor.Ülkemizde yönetici portföyü başarılı ise takımını da başarıya sürüklüyor.Şehrin bile bakış açısını “yöneticiler” belirliyor.

Spor kültürümüzü geliştirmeliyiz.Çağdaş spor kültürünü özümsemeliyiz.Spor denince Futbol,Futbol denince kazanmak,spor denince televizyon izlemek algılanmamalı…
Spor yapan bir toplum olmalıyız.
İklim,coğrafya,genç nüfus hepsi var peki ne eksik?

Bizim ülkemizde çocuklarımızın spor yapması için her imkan var ama bakınız kaç çocuk spor yapıyor?Çocuklarımıza imkanları sunsak gelişmeyecekler mi?
Gerekli makamlar imkanlar sunsaydı bizde spor yapan,dışarıya sporcu ihraç eden bir toplum olurduk.Ama bakın dışarıda üç veya dört oyuncumuz var…
Kimse “kral çıplak “demek istemiyor..


Çünkü henüz bizim bir spor politikamız yok…
Özellikle Futbol Federasyonunun, çok büyük bir kaynağı var ancak bu kaynağa en çok katkı sağlayan dört büyükler bu kaynağın yarısını paylaşır durumda.
Oysa politikamız ne olmalı?
Futbolu geliştirmek,çağdaşlaştırmak,yaygınlaştırmak.Ben bunları söyleyince çok ütopik geliyor insanlara ve masal oluyor.Biz ülke olarak bu hizmetleri hak etmiyor muyuz?

Mesela ben basit bir projemden bahsedeyim.Bunu kendi bölgemdeki yetkili makamlara ilettim ancak kimse ilgilenmedi.Futbol federasyonu bölgelere kaleci antrenörleri atamalı.Kaleci üretim seferberliği yapabiliriz.Örnek projeler desteklenmeli.Bu insanlar ücretini almalı ve her kulüpte kaleci adayları eğitilmeli.Hem bir istihdam ,hem de beşeri bir yatırımdır…

Bilirsiniz demokrasilerde sivil örgütlerde çok değerlidir.Peki bizim sivil örgütlerimiz kimler;Futbolun önemli dinamikleri olan,TFF,ASKF,Antrenörler derneği ne yapıyorlar?
Hiçbir basın kuruluşuna bir açıklama yapmışlar mı?
Haksızlıklara karşı dur diyebilmişler mi?
Bu ülkede kaç tane antrenör var.Artık her kurum insan kaynaklarına değer veriyor.Eğitime tabi tutuyor,sosyal imkanlar sunuyor peki bizim derneklerimiz ne yapıyor; spor adına,futbol adına ,futbol adamları adına?

Nüfuz edinmek için futbol mu yapılır?
Nüfuzu geliştirmek için futbol mu yapılır?
Futbol bir aşktır severek yapılır…

Oysa Futbol barışın ön koşuludur,yarışın ve barışın oyunudur,birlikte paylaşmaktır,seyircisi ,oyuncusu ,yöneticisi bir ailedir…

Bizim ülkemizde, futbol kültürümüzde korku hakim.
Sahaya çıkar oyuncu,yöneticiden korkar,hata yapmaktan korkar,taraftardan korkar yenilmekten korkar,medyadan korkar!Gerçek performansını ortaya koyamaz.

Biz insanlar kimyasal yaratıklarız.Korkarsak kaslarımız tutulur, koşamayız,konuşamayız.Korkan oyuncu nasıl oynasın?Vücudumuzun kimyası bozulur bir defa…
İngiltere’de küme düşen takım ayakta alkışlanır.
-Neden?
Çıktı sahaya ve oyununu oynadı.Çabasını gösterdi.

Oyuncu sahaya çıkacak,sadece doğru oynayacak,skor tabelasına bakmadan.Çaba gösterecek ve dirençli olacak.Mücadelenin sonuna kadar direnç.Futbol bir güç gösterme mücadelesidir.Siz rakibinize ben daha güçlüyüm ve daha dirençliyim mesajı vermişseniz.Kararlı tavrınızı göstermişseniz,kaybetseniz de kazanırsız!


Bir takım kurmak istiyorum.
Adı “Barış Elçileri” olacak…
Biz kaybetmekten korkmayacağız…
Çıkacağız ve oyunumuzu oynayacağız.Kazanmak ve kaybetmek bir sonuçtur…
Bizim futbolumuzda korkuya yer olmayacak…
Bizim taraftarımızda farklı olacak.Bilinçli bir seyirci.İyi futbol izlemek isteyen gelecek bizim maçlarımıza…

21 Mart 2012 Çarşamba

Şampiyon Ali Hoşfikirer



Türk futbolu için önemli ve değerli bir isimdi Ali Hoşfikirer.

Namı- ı diğer: Şampiyon Ali.

Adanaspor, Adana Demirspor, Hatayspor, Reyhanlıspor’da yaşanan şampiyonlukların mimarı.

Onu birkaç kelime ya da cümle ile anlatmak çok zor.

Ya da en azından benim cümlelerimle anlatabilmek kifayetsiz!

Fatih Terim ismi ile müsemma, bir Fatih Terim yazısı öncesi telefonun diğer ucundaki duayen isim Ali Hoşfifkirer…

İlk fırsatta görüşmek, söyleşmek için sözleştiğimiz ince, zarif ve uzun adam.

Yediden yetmişe herkesin tanıdığı sadece futbolla değil insanlığı ile anılan Ali Hoşfikirer.

1944 yılında bir mart sabahı dünyaya gelmiş.

Ömrü mesaisi futbolla geçmiş.

Bir futbol emekçisi.

Hemen her şehirde ya amatörleri izlerken ya da bir Süper Lig maçını izlerken gördüğünüz Ali Hoşfikirer.

Başka bir Mart sabahı kalbine yenik düştü.

Ve ansızın, ebedi hayatına doğru yol aldı.

Şu satırları yazdığım şu anda, biliyorum ki ülkenin her yerinden onu son yolculuğuna uğurlamak isteyenler yollara düştüler.

Türk futbolu ve futbolcusu için baba sayılan bir isimdi çünkü.

Ya da arkadaş sayılan, dost sayılan, yoldaş sayılan, ağabey sayılan…

Ali Ağabey, Ali baba, Şampiyon Ali…

Ya da ne derseniz öyle…

Ansızın hiç beklenmedik bir anda kalbine yenik düştü.

Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği…

Türkiye Spor Yazarları Derneği…

Türkiye Futbol Federasyonu…

Türk futbolu…

Ve anısı olan olmayan, adını bilmediğimiz kardeş, dost, ağabey hemen hepimiz…

Başımız sağ olsun.

18 Mart 2012 Pazar

Bir şeyler yapmak lazım!




Nurullah Sağlam, Süper Lig’in başarılı teknik adamlarından ve hayatını kendini geliştirmeye adamış bir isim. Bugünlerde sık sık okulların davetlerine katılıyor. İlköğretim, lise ve Üniversitelerin panellerinde hayat hikâyesinden kesitler sunarken, tüm samimiyetini ortaya koyuyor; konuşmasının içine tüm sevgisini ve de en önemlisi yüreğini koyuyor…



“Ben bir öğretmen çocuğuyum. Eğitimci bir aileden gelmiş olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum.  Anadolu Lisesini bitirdikten sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektrik elektronik bölümünü kazandım. Ancak zorunlu nedenlerden dolayı üniversite eğitimimi yarım bırakmak zorunda kaldım. İçimdeki en büyük ukdedir; en büyük hayalim, yaşım kaç olursa olsun, odamın duvarımda bir üniversite diplomasının asılı olmasıdır. Başarı yolunda eğitimin önemi çok büyük… Buna inanın!

Buna rağmen, ne güzel ki sevdiğim işi yapıyorum. Futbol benim her şeyim. Futbolu tek bir kelime ile anlatın deseler; bu kelime “kardeşlik” olurdu. Öyle bir kardeşlik ki, bu oyunu küçük bir mahalle takımı da oynasa, bütün dünya insanları da oynasa hepimizi birbirimize yaklaştıran bir oyun…


Her sabah güne başlamadan önce mutlaka o gün içerisinde yapacaklarımı ve hedeflerimi yazar, duvarıma yapıştırırım.  Hatta uzun vadeli hedeflerimi de yazmış duvarıma yapıştırmışımdır. İnsanın kendini daima geliştirmesi gerektiğine inanıyorum.   Dünyanın en hızlı gerileme yolu, olduğu yerde saymaktır! Mevlana’nın bu konuda çok sevdiğim bir sözü vardır: ‘Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler yapmak lazım!’

Bir gün, bu kürsüde çok daha iyi bir konumda sizlerin de bir konuşma yapmanız gerektiğine inanıyorsanız ki, ben o ışığı hepinizin gözlerinde görebiliyorum; size söyleyeceğim tek kelime şu olacaktır; sevdiğiniz işi yapın; inanın ve çok çalışın!”


Erken Emeklilik !


‘Üçüncü Lige yaş sınırı geldi amatöre döndük, amatöre de yaş sınırı geldi şimdi nereye dönelim? Yol gösterin!’ diyen öfke ve isyan dolu bir çığlık…

Duydunuz mu?

Ya da!

‘Amatör kulüplerde 30 yaş sınırı 27 yaşa indi.

Üçüncü Lig’lerde bu yaş 25 yaşa kadar düştü.

25 yaş ve üstü futbolu bıraksınlar mı demek istiyorlar?’

Şeklinde bir çığlık duydunuz mu?

***

Onlar 25 yaş üzerinde hayatlarını futbola adamış, futbolla kazanmış genç futbolcular.

Ancak birileri onları 25 yaşında emekli etmiş!

‘Biz şimdi ne yaparız?’ diyorlar.

Umutsuz, çaresiz, öfkeli ve şaşkınlar!

Bir çoğu da yuva kurmuş ve hayatlarını futbolla kazanan insanlar.

***

Ne yapsınlar!

Seslerini duyurmak için, sosyal paylaşım sitelerinde tabiri yerinde ise; avazları çıktıkları kadar bağırıyorlar…

Bazen sesinizi duyurmak için sitem dolu bir ses tonu ile ya da yüksek sesle konuşursunuz ya; onlar da; dokunmuşlar ‘caps lock’ tuşuna ve hepsi de büyük harflerle konuşuyorlar:

‘Amatörde kontenjana HAYIR!!!’  adında bir grup kurmuşlar.

Bu gruba beni de davet edivermişler…

***

Yazdıklarını okudukça bana da haksızlıkmış gibi geldi.

Düşünün, hayatınızın en verimli yaşındasınız…

Birileri size:

Dur! Sen emekli oldun. 25 yaşında futbol oynanır mı hiç?’ diyor.

Aklım almıyor!

Yine düşünün…

Yıllarını futbola vermiş, ekmeğini bu yolla kazanmış gencecik insanlar şimdi ne yapsınlar sizce?

25 yaşında emeklilik olur mu?

Ne demişler:

‘Olur olur BAL gibi olur!’

Hele de alt liglerde…

***

Bu genç arkadaşlarımız da, erken yaşta emekliliği kucaklarında bulunca…

Ne yapsınlar haklı olarak...

Gençlik ve Spor Bakanımız Sayın Suat Kılıç’tan da sorunlarının çözümü için ilgi ve  destek istemeye karar vermişler.

Başka da ne yapsınlar!

Son çareleri…

Haklılar!

Mutluluğumuzu Tetikleyenler!




Bir  futbol maçını izlerken heyecanımızı ve mutluluğumuzu tetikleyen; (artıran ve azaltan) faktörler neler acaba dedim...

İlk sıralarda sahada oynanan futbolun kalitesi gelir sanırım.
Sahada ne kadar güçlü bir mücadele varsa, oynanan maçın seyir zevki ne kadar yüksekse, güçler ne oranda eşitse seyirci sahadan ne oranda mutlu ayrılıyorsa heyecanın dozu o oranda artıyor.



En önemli unsurlardan biri de futbolu yaşadığınız stadın fiziki koşullarıdır bana göre.
Stat koşulları (çimler kadar koltuklarda önemli!) ne kadar olumlu ise izleyicinin ve oyuncunun konsantrasyonu o oranda iyidir ayrıca.



Bunların yanına iklim ve hava koşullarını da not etmek gerekebilir.
Bir Karadeniz iklimi ile Akdeniz iklim hava koşullarında oynanan futbol karşılaşması arasında fark olacağını hep düşünmüşümdür.
Kamp tercihleri bunlara en güzel örnek.



Taraftarın ilgisi ve taraftarın rengi de benim heyecanımı etkileyen faktörler arasında. Taraftarsız bir takım ve seyircisiz bir futbol düşünemiyorum.
Seyirci kalitesi ve coşkusu ne kadar iyi ise müsabaka da o oranda iyidir bence.
Kötü tezahürat, küfür, şiddet heyecanımızı negatif yönde etkileyen, mutluluğumuzu  yok eden en büyük unsurlar.



Hakem faktörünü de unutmamak gerekir.
Sahadaki adalet dağıtıcısı ne oranda maça hakimse  taraflarda o oranda  mutludur bence.



Yıldız futbolcularda oynanan pozitif futbol kadar heyecan veren unsurlar arasında.

Medyanın ilgisini de unutmamak gerekir.
Medya maça ne kadar odaklanmışsa maçın heyecanı o oranda yüksek olabilir.



Burada maçın heyecanı ne kadar yüksekse seyirci de  o oranda mutludur diyemeyeceğim. Heyecan demek yerine maça olan ilgi, taraftarın ve tarafların mutlu ayrılması daha önemli terimler olabilir.
Zira maçlarda çıkan olaylarda heyecan dozunu negatif yönde artırabiliyor.

Bütün bunları Fenerbahçe - Galatasaray derbisini izlerken düşündüm.
An ve an heyecanımızı tetikleyen bir derbi oldu.
Bir şey dışında!
Sahaya atılanları saymazsak tabii...

İnsanlık Tarihi




Eski Hint Hükümdarlarından biri ülkesinin en bilge kişisini huzuruna çağırttı ve dedi ki:

“Bana İnsanlık Tarihi konulu bir yapıt oluşturmanızı istiyorum.”

“Başım üstüne” dedi bilge kişi. Ve yolu tuttu…

Yıllar yıllar sonra yazdıklarını çuvallara itina ile doldurdu, develere yükledi ve Hükümdarın karşısına geldi.

Hükümdar şöyle dehşetle baktı deve yüküne!..

“Sana emrediyorum bunu bana özetle ve getir” dedi.
Zira bu kadarını okumaya ömrü bile yetmeyebilirdi…

Gitti alim kişi ve yazdıklarını iki cilt kitap haline getirdi. Hükümdarın huzuruna geldi. Ancak hükümdarın yine bu kadar kitabı okumaya vakti yoktu…

Sen git, bu yazdıklarını özetle, bilirsin ben bir Hükümdarım; bu kadar kitabı nasıl okuyacağım ki!”

Alim kişi gitti ve hemen döndü elinde ise İnsanlık Tarihi yazan bir kağıt vardı. Ve şöyle yazıyordu;

“Hepsi önce doğdular, sonra yaşadılar ve daha sonra ise öldüler!…”

17 Mart 2012 Cumartesi

En İyi Olma Yolunda...



Onlar için televizyon ya da stat hiç fark etmez; tutamazlar kendilerini ve başlarlar maçı anlatmaya. O an maçı anlatan kim olursa olsun, onlar kendilerini maçın akışına bırakırlar.

Her ne kadar bu işin bir okulu olsa da; sahalarda, televizyonlarda ya da radyolarda öğrenilir çoğunlukla bu meslek. Bu ilgi odağı meslek gurubu spor spikerliğinin, öne çıkardığı ilgi odağı bir çok insanlar vardır. Onların; ahenkli, akıcı,  coşkulu ve kulağa şiir gibi gelen sesleriyle büyüdü bir nesil adeta. Öyle ki bazı maçlar onların sesleriyle hatırlanır hala.  Halit Kıvanç gibi…

Bu işi başlayan her spikerin ya da sunucunun hayalinde hep büyük televizyonlarda ve büyük maçları anlatmak vardır. Bu hayal bazen bir rüyadır, bazen de rüyalar gerçek olur. Bu hayali gerçek olmuş bir spor spikeri Sayın Cüneyt Ersan anlatıyor:



“Sene 1992. İlk kez büyük bir maç anlatacağım. Bir de baktım yayın odasında idolüm olan Doğan Yıldız var. Onun anlattığı maçlar başkadır: “İstanbul’dan hepinize iyi günler, Ben Doğan Yıldız. Mutlu bir gün diliyorum!” diye başlar maçlarını anlatmaya. Onu gördüm ve heyecanlandım; tamamdır, şimdi beni izleyecek ve keşfedecek dedim. Maç başladı, ben de başladım anlatmaya. Goller art arda geliyor. Bu arada ben her ‘goooollll’ dediğimde Doğan Yıldız eğilip garip bir edayla bana bakıyor. Maç bitti, beklediğim gibi Doğan Yıldız yanıma geldi ancak:

”Kardeşim sen ne yaptığını sanıyorsun, böyle maç mı anlatılır! Otur şu anlattığın maçı bir daha izle ve çok çalış, çookk!”  dedi.

Evet, aynen bana bunları söyledi. Kısa süre sonra bana neden öyle tepki gösterdiğini anladım. Maç 5-2 bitmişti, toplam 7 gol vardı. Ancak ben gollerin hepsini  başka futbolculara attırmışım ve isabet oranım da 7’de 0 yani. Eğer ben bugün spor spikeri olduysam, o gün atılan o fırça’dan sonra oldum.

En iyi olma yolunda; saygın, kişilikli, karakterli bir şekilde ilerlemek, çok çalışmak ve ortaya güzel şeyler koymak son derece önemli bence. Bu mesleğe ilgi duyan gençler,  gerek maç anlatımlarımdan sonra, gerekse programlarımdan sonra güzel sözlerle anılmak üzere yola çıksınlar.”



Kendisine, bu mesleğe gönül vermiş gençler adına teşekkür ediyorum ve sporla iç içe yaşayanlara da seslenmek istiyorum:

Güzel Türkçe’mizi en doğru şekilde kullanan bir spor spikeri, sizler niye olmayasınız ki!


16 Mart 2012 Cuma

Gol Senaryoları!




Bir alt yapı hocası öğrencisini bir kenara çekiyor ve diyor ki:
“Bana her gün on gol senaryosu yazacaksın!

Orta sahada ilk pası sen vereceksin; son vuruşu da sen yapacaksın!

Her gün böylece on gol yazacaksın defterine.

Ve o defteri, her sabah bana getireceksin!”


Öğrenci belki futbolu okuldan kaçmanın bir yolu  gibi görüyor,

belki içinden ‘burada da mı ödev!’ diyor.

Belki de sıkılıyor ama yapacak başka bir şey yok... 
‘Tamam hocam!’ diyor ve  her gün bıkmadan usanmadan gol pozisyonları yazıyor. Çok geçmeden anlıyor bu işin ne kadar zor olduğunu.



Her gün on gol senaryosu...

‘Sağa pası ver; ileri koş, ceza sahası önünde verkaç yap! Kaç çeşit gol pozisyonu çıkar ki!’
Zorlanıyor, ama kaytaramıyor bir türlü.

Hoca her sabah başında soruyor; o ise sesli bir şekilde okuyor.

Bu yüzden sürekli buna kafa patlatıyor.
Belki de arada  bir düşünüyor, bu ne işe yarayacak diye...
Ama aklında hep şu var:

Sabah olacak ve hoca benden on gol senaryosu bekliyor.

Geleceğinin ellerinde olduğunu bildiği adam!


Belki arada elektrikler kesildi diyor; belki tekrar yapıyor ama hep aklında o gol senaryoları var. Hep düşünüyor!
Ve yıllar geçiyor ve o çocuk büyüyor; Sergen Yalçın oluyor.
Ve bu hikayeden de anlaşılıyor ki; öyle kolay kolay ‘Serpil Hamdi Tüzün’ olunmuyor!

Bu hikayeyi Spor Yazarı Mehmet Demirkol’dan okudum.



Türk futbolu için efsane bir isim olan  Serpil Hamdi Tüzün hocayı en son  iki yıl önce İstanbul Arel Üniversitenin kafeteryasında görmüştüm. O gün hocamla kısa bir sohbet etme şansını yakaladım:

Bilmediğim birilerine sitemler ediyordu...
Hüzünlüydü!  ‘Unutuldum!’ diyordu!



Onun ismi  alt yapıya verdiği önemle birlikte anılır…

Bugünün hocaları onun öğrencileridir; hatta öğrencilerinin de öğrencileridir…

Hocaların hocasını bugün analım ki,  asla unutulmayacağını bilsin ve kendisine            ‘uzun bir ömür’  dileyerek yazıyı noktalayalım.

15 Mart 2012 Perşembe

Kupaların Kupası Dünya Kupası




İnsanoğlu en güzeli bulabilmek için;

“Dünya Kupasını” bulmuş!

“Güzellik Yarışmalarının” en güzeli “Dünya Kupası” diyor Halit Kıvanç.

Sararmış, ama asla eskimeyecek bir arşiv olan, 2002 baskısıyla “Kupaların Kupası , Dünya Kupası” adlı kitabında.

Tabi ki de kırk yılda bir gibi tadı …

Güneş yılı ile dört yılda bir oynandığına bakmayın!

***

Soru şu idi: “Futbol Dünyasında en büyük kim?”

Yine duayen Halit Kıvanç’ın söylemiyle:

“O görkemli kupayı, ellerinde havaya kaldıran takım kimse o!”

***

1905’lerde Futbol aşığı Belçikalı Pouthoy, Hollandalı Cornelius’a koşuyordu ve “Buldumm” diyordu.

“Neyi bulduğu” sorulduğunda:

“Futbol dünyasını en büyüğü kim?”

“Bu denklemi çözmenin yolunu buldum!”

***

İngiltere Futbol Federasyonuna yazılan mektup;

Öneri 1905 de FİFA’ya gidiyor.

Ve nihayet çalışmalar sonucu;

Yıl 1929 ve Dünya Kupasının temelleri atılıyordu.

Peki bu ilk ve büyük organizasyona kim “evet” diyecekti.

Uruguay’dan “Ben” diye bir ses yükseldi.

İlk ev sahibi artık belliydi.

***

Sene 1930…Uruguay.

Dünya ekonomik bunalımda olduğundan, sadece on üç ülke katılıyor Dünya Kupasına…

Atlantik’i vapurla geçen ülkelerin antrenmanlarını güvertede yaptıkları ilginç bir yıl.

Ve Kupada ev sahipliği yapan Uruguay, finalde Arjantin’le karşılaşıyor.

Ve ev sahibi, kupayı ülkesinde bırakmayı da başarıyor.

***


Dünya Kupalarının arşiv niteliğinde olan, tadı damağımızda kalacak bilgilerle, dünümüze ışık tutan Halit Kıvanç’a, bu gün teşekkür etme zamanı.

Onun ilk satırlarıyla veda edelim satırlara:

“Hakem, düdüğünü çalar ve maç başlar…”

14 Mart 2012 Çarşamba

Komik Futbol!




Futbola yabancı olmanın “yabancı” olmaktan ne farkı var ki!

Hatta yabancılar bile futbola yabancı olamazken!..

Hatta bir çoğumuz için, “futbola yabancı olmakla hayata yabancı olmak” aynı anlama gelmekte…

Peki futbolda asıl amaç kazanmak mı, yoksa eğlenmek mi?

Tabiî ki kazanarak eğlenmek en güzeli!

Siz hiç hem kaybedip hem de eğlenen birilerini gördünüz mü?



Ve futbolun eğlendiren kendine özel de bir dili vardır.

Bu camia çok iyi bilir ama biz bilmeyenleri de düşündük…

İşte bilmeyenler için; futbolun bizleri şaşırtan bazı tabirleri!..



Habersiz gelen bir gol yedik!..Tabi ki de bu açıklamanın akla ve mantığa uygun bir açıklama olmasını bekleyemezsiniz ama bu da futbolda garip ama garip de olsa çok samimi açıklamalarından biridir.



Top direği yalayarak geçti!..Bazı futbol spikerlerinin hatta birinin, özellikle çok kullandığı bir terim olan topun dileği yalaması şu ana kadar kameralara hiç yansımamıştır ancak spikerlerimizin bu görüntüyü bir şekilde görebildiği ve böyle ifade ettikleri bir handikaptır ancak yadsınamaz bir gerçektir!



Top bizi sevmedi!..Bu futbol topu sanılanın aksine duygusal bir varlıktır! Göremediğimiz ama hissettiğimiz bir duygusallık içerir ve ben de çok kere şahit oldum bazen bir takımı bir türlü sevemez! Rakip takımla bir takım yakınlaşmalar, bazı oyuncuların ayağına dolanmalar hatta kalecinin kucağına kadar giden bir serüven… O anlarda yapılan bu açıklama çok yerinde bir anlam ifade edebilir.



Bu hakemin eli cebine gitmiyor!..Bazı hakemlerde kart cimrisidir, asla sizin içinizden geçirdiğiniz kartı asla vermezler. Elleri ve ceplerinin arası mesafelidir. Hatta bu hakemlerin ceplerinde sarı ve kırmızı kartın olup olmadığı da ayrı bir muammadır.



Topun sahibi bizdik!..Bu terim, futbol topunun maddi varlığının sahibi olan takım biziz anlamına gelmez. Sakın sizi şaşırtmasın! Topla en çok oynayan bizdik hatta gollerin sahibi bizdik anlamına gelen bu açıklama bazen de biz golleri yedik ama futbol kalitesi olarak biz daha iyiydik anlamında kullanılabilir.



Bu futbolcu iki ayağını birden kullanıyor!..Futbolcuların bir çoğu tek ayaklıdırlar! Tek ayaklarını kullanırlar ama bazı futbolcuların sol ayakları da vardır. Hani onu da gösterebiliyorlar ise bu futbolcuya iki ayaklı futbolcu denildiği ondandır.



Top yuvarlaktır!..Bu açıklamaya baktığımızda; topun yuvarlak olduğu ve her yöne doğru hareket edebilme yeteneği olabildiği ve gelebilecek sonuçtan hiç birimizin hiçbir şekilde hiçbir şey söyleyemeyeceği anlamına gelmektedir.

Son söz:
Gelin siz de futbola yabancı olmayın!
Futbola yabancı olmanın “yabancı” olmaktan ne farkı var demedik mi?

Atletizm ateşi!




Yıllar önce ilk doğduğu günden bu yana olimpik sporlar, çoğu profesyonel sporlardan farklı olarak kazanmaktan çok katılmanın önemli olduğu sportif etkinliklerdi. Bu yüzden sadece amatörlerin değil, birçok dünya rekortmeni sporcunun da hayali bu oyunlara katılmak olmuş, kazandıkları madalyalara da en az rekorları kadar önem vermişlerdir.

***

İlk olimpik ideanın doğuşu da şöyle olmuştur:
Tarih içerisinde Yunan şehir devletleri arasında süregelen savaş sona ermiş, ‘Kutsal Ateşkes’ imzalanmıştı.
Bu büyük barışın onuruna ilk olimpiyatlar düzenlenecekti.
Tüm dünya sporcularına haber salındı!

Sporculardan sadece silahlarını değil, aynı zamanda tüm fiziksel ve insani zaaflarını, tüm düşmanlık ve anlaşmazlıklarını bırakarak gelmeleri, insanlıklarını yeniden keşfetmeleri istendi.

İnsanlığın en önemli düşünce atılımı sayılan; barışı ve sportmenlik ruhunu simgeleyen Olimpizm felsefesi de böylelikle doğmuş oluyordu...

***

Yüzyılı aşkın süredir daha yükseğe çekilen çıtalar, saniyenin binde birine sığdırılan yeni öyküler, yepyeni rekortmenlerle insanlık tarihinin sportif bir öyküsüdür Olimpiyatlar. Her sporcu da, ülkesi için bir umut ve bir simge haline gelmiştir.

Olimpiyatlar denince de ilk akla gelen atletizm’dir.

Olimpia’da ilk olarak basit bir koşu ile başlayan ve sporun atası sayılan

Olimpik sporların içerisinde sporseverler için sönmeyen bir ateştir Atletizm.

Sloganı, ‘daha hızlı, daha yüksek ve daha güçlü’ olmuştu yıllar içerisinde.

100 metreden maratona, çekiç atmadan yüksek atlamaya kadar pek çok kategori içeren bu spor, sporseverlerin içinde daima sönmeyen bir ateş olmuştur.

***

Yine yüzyılı aşkın bir süredir var olan ve basit bir koşu ile başlayan atletizm, sporun atasıdır ama gelin görün ki, sporseverin içinde bir kor gibi yanıp duran olan bu spor, henüz hak ettiği yeri bulamamıştır!

Atletizm ateşi bir yerlerde her daim yanarken, ne üzücüdür ki başka bir yerlerde kül tutmaya yüz tutmuştur.

Ne duruyorsunuz o halde…

Kalkın ayağa ve koşun!

O ateş, belki de bugün ve yarın bu satırları okuyanın elindedir.

Kimbilir!